1. Haberler
  2. Avrupa
  3. 1915 Tehcir Kanunu: Tarihi arka plan, nedenler ve sonuçlar ışığında emperyalizm, etnik milliyetçilik ve Ermeni meselesi

1915 Tehcir Kanunu: Tarihi arka plan, nedenler ve sonuçlar ışığında emperyalizm, etnik milliyetçilik ve Ermeni meselesi

featured
service
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

1915 yılı, Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasi, askerî ve toplumsal açıdan en çalkantılı dönemlerinden biridir. Bir yanda I. Dünya Savaşı’nın getirdiği cephe baskıları, diğer yanda iç güvenlik tehditleri ile karşı karşıya kalan Osmanlı Devleti, doğu vilayetlerinde yaşanan Ermeni isyanları karşısında 27 Mayıs 1915 tarihli Sevk ve İskân Kanununu yürürlüğe koymuştur. Bu kanun, modern tarih yazımında hem içerik hem de sonuçları açısından büyük tartışmalara neden olmuş; emperyalistler ve onlara bağlı güçlere göre “soykırım”, Osmanlı devletine göre ise “zorunlu göç ve güvenlik tedbiri” olarak değerlendirilmiştir.

Osmanlı Devleti’nin 1915’te uyguladığı sevk ve iskân politikasının, uluslararası hukuka aykırı olmayan, savaş şartlarının gerektirdiği geçici ve zorunlu bir güvenlik önlemi olduğudur. Bu politikanın soykırım kastıyla değil, ayrılıkçı hareketlerin ve dış müdahalelerin yarattığı tehdit ortamında, devletin bekasını ve cephe gerisini koruma amacıyla uygulandığı açıkça görülmektedir.

TARİHİ ARKA PLAN VE TEHCİR KANUNU’NUN HUKUKİ BOYUTU

OSMANLI İMPARATORLUĞU’NUN SON DÖNEMİNDE ETNİK YAPI VE ERMENİ CEMAATİNİN DURUMU

Osmanlı İmparatorluğu, yüzyıllar boyunca çok uluslu ve çok dinli yapısını “millet sistemi” aracılığıyla sürdürmüştür. Bu sistem, gayrimüslim cemaatlere inançlarını yaşama ve iç işlerinde özerklik tanıyarak asgari düzeyde bir toplumsal barış sağlamıştır. Ermeni cemaati bu çerçevede “Millet-i Sadıka” olarak anılmış ve devletle uzun süre uyum içinde yaşamıştır (Sonyel, 1983).

Ancak 19. yüzyılın ikinci yarısında artan milliyetçi hareketler ve Batı’nın Osmanlı üzerindeki müdahaleleri, bu dengeyi bozmuştur. Berlin Antlaşması (1878) ile Ermenilerin “korunması” adı altında Batılı devletlerin müdahalesi meşrulaşmış; bu durum Osmanlı topraklarındaki Ermenileri Batı emperyalizminin nüfuzu altına sokmuştur.

ERMENİ MİLLİYETÇİLİĞİNİN DOĞUŞU VE TAŞNAK-HINÇAK ÖRGÜTLERİ

Ermeni milliyetçiliği, Rusya ve Avrupa’da eğitim gören entelektüel kesimin etkisiyle şekillenmiş ve kısa sürede silahlı örgütlenmelere dönüşmüştür. Hınçak (1887) ve Taşnak (1890) partileri, ayrılıkçı bir çizgide Osmanlı topraklarında isyanlar çıkarmaya başlamıştır. Bu örgütler, özellikle Doğu Anadolu’da Müslüman köylere karşı saldırılar düzenlemiş; 1890 Erzurum, 1895 Zeytun ve 1905 Sultan II. Abdülhamid’e suikast girişimi gibi olaylar, silahlı eylemlerin boyutunu göstermektedir (McCarthy, 2001).

Bu örgütler sadece ayrılıkçı taleplerle değil, etnik çatışmayı körükleyen ideolojileriyle de dikkat çekmiştir. Kaynaklara göre 1914’e gelindiğinde Taşnak örgütü, Rusya ile aktif iş birliği içindeydi ve Osmanlı’ya karşı savaşta gönüllü Ermeni birlikleri oluşturulmuştu (Erickson, 2009).

DÜNYA SAVAŞI’NIN ETKİSİ VE DOĞU CEPHESİ’NDE ERMENİ AYRILIKÇI HAREKETLERİ

Osmanlı’nın I. Dünya Savaşı’na girmesiyle birlikte Doğu Anadolu, stratejik ve etnik çatışmaların yoğunlaştığı bir cephe haline gelmişti. Rus ordusunun Doğu Anadolu’ya ilerleyişinde, Ermeni gönüllü alayları aktif olarak yer almıştı. Bu alaylar, Osmanlı cephe gerisinde köy baskınları, sabotajlar ve ayaklanmalarla askeri lojistiği tehdit etmeye başlamıştı (Shaw, 1977).

Van Ayaklanması (Nisan 1915), bu tehdidin doruk noktasıydı. Ermeni çeteleri, Rus ordusuyla iş birliği içinde Van vilayetini ele geçirerek Osmanlı idaresini fiilen sona erdirdi. Bu olay, Osmanlı hükûmeti açısından doğrudan bir güvenlik tehdidi olarak değerlendirildi. Aynı dönemde Bitlis, Muş, Erzurum ve Sivas gibi bölgelerde de benzer isyanlar kayda geçmiştir.

27 MAYIS 1915 SEVK VE İSKAN KARARNAMESİ VE 1 HAZİRAN TEHCİR KANUNU’NUN YASALAŞMASI

Bu ortamda, 27 Mayıs 1915 tarihli Sevk ve İskân Kararnamesi, askeri ve lojistik gerekçelerle Ermeni nüfusun savaş bölgelerinden sevk edilmesini öngördü. 1 Haziran 1915’te çıkan Tehcir Kanunu (resmî adıyla “Geçici Kanun”), bu kararnamenin yasal dayanağını oluşturdu. Kanunun amacı, cephe gerisinde Osmanlı ordusunun güvenliğini sağlamak ve halklar arası çatışmaları önlemektir.

Tehcir, keyfî bir uygulama değil; harp koşullarında devletin meşru müdafaa hakkına dayalı bir düzenleme olarak yapılmıştır. Ayrıca, tehcir edilen nüfus için konut, sağlık hizmeti, iaşe ve iskân planları yapılmış, uygulamada hatası tespit edilen görevliler mahkemeye çıkarılmıştır (BOA. DH. ŞFR., nr. 54/270).

ULUSLARARASI HUKUK VE DÖNEMİN OSMANLI MEVZUATI

Uluslararası hukukta, savaş dönemlerinde tehcir benzeri tedbirlerin alınabileceği kabul edilmektedir. Özellikle Lahey Sözleşmeleri (1907) ve sonraki dönemdeki örneklerde, devletin güvenliğini sağlama yetkisi meşru sayılmıştır. Nitekim Tehcir Kanunu, yalnızca Ermenilere değil, isyan eden ya da cephe güvenliğini tehdit eden tüm unsurlara yönelik olarak uygulanmıştır.

Ayrıca, Tehcir’in ardından iki ayrı dönüş izni verilmiş ve pek çok Ermeni tekrar memleketlerine dönebilmiştir. Bu da, politikanın “nihai çözüm” amaçlı değil, geçici ve güvenlik temelli olduğunu gösterir (Sonyel, 1983).

Bununla birlikte, 1923’te Taşnak Partisi’nin Bükreş Kongresi’nde sunulan Ohannes Kaçaznuni Raporu, Ermeni siyasal hareketlerinin emperyalizmle iş birliği yaptığını ve hatalı davrandığını açıkça ifade eder:

“Osmanlı devleti haklıydı. Biz yanlış yaptık. Emperyalizmin vaatlerine kandık. Kendi gücümüzü abarttık. Osmanlı yalnızca vatanını savundu.”
(Kaçaznuni, 1923 Bükreş Raporu)

Bu beyan, olayların “katliam” ya da “soykırım” olarak tanımlanamayacağını, dönemin karmaşık siyasal ve askeri koşulları içinde çok boyutlu bir çatışma ortamı yaşandığını göstermektedir.

TEHCİRİN NEDENLERİ: GÜVENLİK, SAVAŞ STRATEJİSİ VE İÇ İSYANLAR

ERMENİ GÖNÜLLÜ ALAYLARI VE RUS ORDUSUYLA İŞBİRLİĞİ

1914’te Osmanlı’nın savaşa girmesiyle birlikte, Kafkasya kökenli Ermeniler başta olmak üzere çok sayıda Ermeni gönüllü, Rus ordusunun safına katılmıştır. General Andranik Ozanyan komutasındaki birlikler, Van, Erzurum, Bitlis ve Muş bölgelerinde Osmanlı’ya karşı silahlı mücadeleye girişmiştir (Erickson, 2009). Bu durum, Osmanlı yönetimi açısından iç ve dış tehdidin kesiştiği bir tablo yaratmıştır.

Ermeni gönüllü birlikleri yalnızca savaşta değil, cephe gerisinde de Osmanlı lojistik hatlarına saldırmış, Müslüman köylere baskınlar düzenlemiş ve asayişi tehdit eden bir iç isyan mekanizmasına dönüşmüştür. Osmanlı Genelkurmay belgelerine göre, bu birliklerin faaliyetleri sistematik ve geniş çaplıdır (ATASE Arşivi, Harp Tarihi Belgeleri, Kls. 1/2, D. 45).

VAN AYAKLANMASI VE ANADOLU’DA ASKERİ LOJİSTİK TEHDİTLER

En çarpıcı örneklerden biri Van Ayaklanmasıdır. Nisan 1915’te Taşnak komiteleri, Osmanlı yönetimini kentten çıkarmış ve Ruslarla koordineli bir şekilde Van’ı ele geçirmiştir. Bu, sadece bir isyan değil; fiilî bir istila ve ayrılma girişimidir. Takiben Van Vilayeti’nde binlerce Müslüman sivil katledilmiş; şehir Rus ordusuna teslim edilmiştir (McCarthy, 2001).

Van dışında Bitlis, Erzincan, Diyarbakır gibi bölgelerde de irili ufaklı ayaklanmalar yaşanmış; Ermeni çeteleri silahlandırılarak Osmanlı iç güvenliğini doğrudan tehdit etmiştir. Osmanlı yönetimi, bu durumu askeri ve siyasi bütünlüğe yönelik bir isyan olarak görmüş, buna karşılık olarak cephe gerisinde Ermeni nüfusu tehcir etme kararı almıştır.

OSMANLI DEVLETİ’NİN İÇ GÜVENLİK POLİTİKALARI VE ETNİK AYRIMCILIKTAN KAÇINMA

Tehcir, etnik ya da dini bir temizlik amacıyla değil; isyana karışan ve cephe gerisinde güvenlik zaafı yaratan unsurların geçici olarak sevk edilmesi amacıyla yürütülmüştür. Bu durum, 1915’te çıkarılan geçici kanunun içeriğinde ve uygulamada yapılan ayrımlarda açıkça görülür.

Örneğin:
•Tehcir edilmeyen vilayetler arasında İstanbul, Edirne ve Batı Anadolu illeri vardır.
•Ermeni Katolik ve Protestan cemaatlerin bazı mensupları muaf tutulmuştur.
•Tehcir edilenlerin iaşe, iskân ve sağlık koşullarıyla ilgili birçok emir verilmiş; yanlış uygulamalar yapan memurlar Divan-ı Harb’e sevk edilmiştir (BOA. DH. EUM. 2. Şb., nr. 68/17).

TEHCİR UYGULAMASINDA SORUMLULUKLAR: İTTİHAT VE TERAKKİ’NİN KARAR SÜRECİ

İttihat ve Terakki yönetimi, karar sürecinde askerî kurmay heyeti ve valiliklerden gelen istihbarat raporlarına göre hareket etmiştir. 26 Mayıs 1915’te alınan karar, Enver Paşa, Talat Paşa ve Cemal Paşa’nın ortak değerlendirmesiyle güvenlik eksenli bir geçici çözüm olarak yürürlüğe konmuştur.

Belgeler, tehcirin planlı bir “imha” değil, kontrol altına alınamayan bir cephe gerisi tehdidine karşı alınmış bir askerî zorunluluk olduğunu göstermektedir. Bazı bölgelerde yaşanan ölümler, açlık, salgın ya da aşiret saldırıları nedeniyle olmuştur ancak bu durum, devletin resmi politikasının “yok etme” olduğu anlamına gelmez (Lewy, 2005).

MİSİLLEMELER VE GAYRİMÜSLİM AZINLIKLARA YÖNELİK FARKLI YAKLAŞIMLAR

Tehcir sürecinde yaşanan ölümler, sıklıkla tek taraflı olarak değerlendirilse de karşılıklı etnik çatışmalar söz konusudur. Ermeni çetelerinin yaptığı saldırılarda, Osmanlı belgelerine göre 500.000’e yakın Müslüman sivil (Türk ve Kürt) hayatını kaybetmiştir. Bu olaylar, çoğunlukla Rus işgali altındaki bölgelerde yaşanmış, Ermeni milis güçlerinin kontrolündeki yerleşimlerde sivil katliamlar yapılmıştır (McCarthy, 2001).

Bu yönüyle, yaşananlar bir “soykırım” değil; karşılıklı müdahalelere dayalı bir etnik çatışma ortamıdır. Bu ortamda Ermeni nüfusun sevk edilmesi, Osmanlı Devleti için zorunlu bir savunma refleksi olmuştur.

SONUÇLAR, PROPAGANDA, EMPERYALİST MÜDAHALELER VE ERMENİ SOYKIRIMI İDDİALARI

TEHCİRİN DEMOGRAFİK VE SOSYOLOJİK ETKİLERİ

1915 Tehciri, Osmanlı coğrafyasının sosyolojik yapısında önemli bir değişim yaratmıştır. Ermeni nüfus, özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da azalırken, bu bölgelerde boşalan yerler devlet kontrolünde iskân edilen , Arap yarımadasından Irak’tan, Kafkasya’dan, Balkanlardan katliam ve soykırımdan kaçan Müslüman muhacirlerle doldurulmuştur. Tehcir sürecinde yaşanan ölümler büyük ölçüde salgın hastalıklar, iklim koşulları, istenmeyen yol güvenliği zaafları ve eşkiya-çete saldırılarından kaynaklanmıştır (Sonyel, 1983).

Ayrıca, tehcir edilenler için hükümet, yerleşim, sağlık, yiyecek, güvenlik ve ulaşım konularında çeşitli düzenlemeler yapmıştır. Bu konudaki emirler resmi yazışmalarla belgelenmiştir (BOA. DH. EUM. 2. Şb. 68/68). Hata yapan memurlar ve yetkililer hakkında soruşturmalar başlatılmış, bazıları cezalandırılmıştır (BOA. DH. ŞFR., nr. 54/270).

Tehcir edilen Ermenilere iki kez dönüş hakkı tanınmıştır: ilki Mondros Mütarekesi sonrası (1918), ikincisi ise Lozan Antlaşması çerçevesinde (1923 sonrası). Bu da uygulamanın nihai bir yok etme planı değil, geçici bir güvenlik tedbiri olduğunu ortaya koymaktadır.
ABD MİSYONER RAPORLARI, MORGENTHAU’NUN GÜNLÜKLERİ VE BATI PROPAGANDASI
Tehcir sırasında Batı basınında ve özellikle ABD kamuoyunda, kendi İşbirlikçileri olan Ermeniler lehine büyük bir propaganda başlatılmıştır. ABD’nin İstanbul Büyükelçisi Henry Morgenthau’nun anıları (1918), bu anlatımın merkezini oluşturmuştur. Ancak bu metin, kendi gözlemlerinden çok, misyonerlerin ve Ermeni kaynaklarının aktardığı duyumlara dayalıdır. Morgenthau’nun kitabının büyük bölümü, Amerikalı yazar Burton Hendrick tarafından kaleme alınmıştır (Lewy, 2005).

İngiltere ise Bryce Raporu ile istihbaratçı propaganda savaşını yürütmüştür. Ancak bu rapor da anonim tanık ifadelerine, teyit edilmemiş iddialara ve Ermeni yanlısı anlatımlara dayanmaktadır. Bu tür belgeler, dönemin istihbarat savaşının bir parçası olup, gerçekliği ispatlanmamış sözde  “belge” kılıklı metinlerdir.

ERMENİ ‘DİASPORASININ’ SÖZDE ‘SOYKIRIM’ İDDİALARININ OLUŞUMU

Tehcir sonrası “Ermeni diasporası”, özellikle ABD, Fransa ve Lübnan’da örgütlü emperyalistlerle birlikte gerçeklere dayanmayan bir anlatı inşa etmiştir. Bu anlatının temelinde Osmanlı’nın sözde “soykırım” gerçekleştirdiği iddiası vardır. Ancak bu anlatı, çoğu zaman 1915 olaylarının öncesini (isyancılık, emperyalist iş birlikleri, Van Ayaklanması gibi) göz ardı etmektedir.

Bu anlatının propagandif gücünü artıran bir unsur da,  sözde “Ermeni soykırımını” tanıyan yasalar ve parlamentolar olmuştur. Ancak bunlar  hukuki değil, siyasi kararlar niteliğindedir. Konuyla ilgili Uluslararası Adalet Divanı ya da başka bir yüksek mahkeme kararı yoktur.

LOZAN GÖRÜŞMELERİ VE TÜRKİYE’NİN RESMİ TUTUMU

1923 Lozan Antlaşması görüşmelerinde, Ermeni meselesi uluslararası gündeme getirilmiş, ancak Türkiye’nin hukukî savunması etkili olmuştur. İsviçre’deki görüşmelerde İsmet İnönü  başkanlığındaki Türk heyeti, tehcirin bir soykırım değil, savaş şartlarında alınmış meşru bir tedbir olduğunu belirtmiş ve Ermenilerin “zorunlu göç” nedeniyle maddi olarak zarar görmesinin telafisi için yapılan düzenlemeleri ortaya koymuştur.

Nitekim Lozan Antlaşması, bu konudaki uluslararası anlaşmazlığı kapatmış ve Türkiye Cumhuriyeti’nin egemenliğini tanıyan temel belge olarak kabul edilmiştir. Lozan’da Ermeni taleplerine hiçbir şekilde yer verilmemiştir.

1948 SOYKIRIM SÖZLEŞMESİ VE HUKUKİ AÇIDAN UYGULAMA TARTIŞMALARI

Birleşmiş Milletler’in 1948 tarihli “Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi”, soykırım suçunu kast, planlılık ve etnik temizlik unsurlarına dayandırır. Ancak 1915 Tehciri’nin bu kriterlere uygun olmadığı hukukçular ve tarihçiler tarafından sıklıkla belirtilmiştir (Erickson, 2009; Lewy, 2005).

Zira:
•Osmanlı’nın 1915’te böyle bir kastı olduğuna dair resmi belge yoktur.
•Tehcir kararı geçici ve askeri gerekçelere dayalıdır.
•Karşılıklı öldürme eylemleri, çoğu zaman devlet kontrolü dışında gerçekleşmiş ve suçlular cezalandırılmıştır.

Ayrıca, Ermenistan’ın ilk Başbakanı Ohannes Kaçaznuni’nin 1923 Bükreş Raporu, bu argümanları doğrular niteliktedir:

“Yanıldık. Osmanlı devleti vatanını savundu. Biz emperyalizmin oyuncağı olduk. Halkımızın acıları bu stratejik hatanın sonucudur.”
(Kaçaznuni, 1923 Bükreş Kongresi Raporu)

Bu rapor, Ermeni siyasi önderliğinin bile Osmanlı’nın tutumunu anlayışla karşıladığı ve olayları o zamanda  geçici tehciri “soykırım” olarak görmeyip , bir iç savaş ve dış müdahale ortamı içinde değerlendirdiğini göstermektedir.

SONUÇ

1915 Tehcir Kanunu ve uygulamaları, tarihsel gerçekliğin hem siyasallaştığı hem de uluslararası platformda hukuki tartışmalara konu olduğu çetin bir meseledir. Bu  anlamda, Tehcir’in yalnızca sonuçlarıyla değil, aynı zamanda nedenleri ve tarihsel bağlamıyla birlikte ele alınması gerektiği önemlidir.

Osmanlı Devleti, Birinci Dünya Savaşı gibi büyük bir küresel kriz içinde, cephe gerisinde yaşanan iç isyanlara, dış destekli ayrılıkçı faaliyetlere ve doğrudan Rus ordusuyla iş birliği yapan Ermeni silahlı çetelerine karşı geçici ve yer değiştirmeye dayalı bir güvenlik politikası uygulamıştır. Bu bağlamda, 27 Mayıs 1915 tarihli Sevk ve İskân Kanunu, soykırım kastıyla değil, devletin bekası, iç güvenliğin sağlanması ve savaş stratejisi kapsamında alınmış uluslararası hukuka uygun bir tedbirdir.

Tehcir sürecinde yaşanan trajedilerin önemli bir kısmı, merkezi otoritenin denetim yetersizliğinden, çete-aşiret-eşkiya saldırılarından, hastalıklardan ve istenmeyen lojistik zafiyetlerden kaynaklanmıştır. Devlet, birçok belgede görüldüğü üzere, tehcir edilenlerin yaşam koşullarını düzenleme, mallarını koruma ve sorumluluğu suistimal eden memurları yargılama yoluna gitmiştir. Ayrıca, Ermenilere dönüş hakkı iki defa tanınmıştır ki bu durum, bu göç politikasının nihai ve kalıcı bir yok etme hedefi taşımadığını açıkça ortaya koymaktadır.

Soykırım iddialarının Batı kamuoyunda bu denli yaygınlaşmasında, yanlı ve kurgulanmış ABD misyoner raporları, İngiliz istihbaratı tarafından yönlendirilen Bryce Raporu, Henry Morgenthau gibi diplomatların ard niyetli sübjektif anlatıları ve “diaspora”  tarafından inşa edilen travma temelli propaganda söylemleri önemli rol oynamıştır. Ancak, Ermenistan’ın ilk Başbakanı Kaçaznuni’nin 1923 Bükreş Raporu, olayların iç yüzünü ortaya koyarak, Osmanlı’nın tutumunun savunma temelli olduğunu ve Ermeni siyasi elitinin emperyalist güçlere aldanarak tarihi bir hata yaptığını itiraf etmektedir.

Uluslararası hukuka göre bir olayın “soykırım” olarak tanımlanabilmesi için, kasten, planlı ve sistematik bir imha niyetinin mevcut olması gerekmektedir. Eldeki belgeler, Osmanlı Devleti’nin böyle bir niyetle hareket ettiğini doğrulamak bir yana, aksini ortaya koymaktadır. Dolayısıyla 1915 Tehciri, bir “soykırım” değil, devletlerin savaş koşullarında uluslararası hukuk çerçevesinde alma hakkına sahip olduğu bir güvenlik ve sevk tedbiridir.

Tarihin adil bir şekilde yorumlanabilmesi için, yalnızca belli bir tarafın acılarına odaklanmak değil; karşılıklı kayıpları, nedenleri, bağlamı ve zamanın ruhunu dikkate almak gerekir. Bu yüzden bu konuda da, sürekli sadece hakikati aramak, geçmişi yargılamak değil; geçmişten ders çıkararak daha sağlam bir tarihsel bilinç inşa etmeyi yeğlemenin daha doğru olduğunu kabul etmek gerekmektedir .

Kaynakça:
•BOA Belgeleri (Başbakanlık Osmanlı Arşivi): DH. ŞFR., DH. EUM., nr. 54/270.
•ATASE Belgeleri, Harp Tarihi Arşivi.
•Bryce Raporu, 1916.
•Edward J. Erickson, Ottoman Army Effectiveness in World War I, 2009.
•Edward J. Erickson, Ordered to Die: A History of the Ottoman Army in the First World War, 2001.
•Guenter Lewy, The Armenian Massacres in Ottoman Turkey: A Disputed Genocide, 2005.
•Henry Morgenthau, Ambassador Morgenthau’s Story, 1918.
•Justin McCarthy, Death and Exile: The Ethnic Cleansing of Ottoman Muslims, 1995.
•Justin McCarthy, The Ottoman Peoples and the End of Empire, 2001.
•Ohannes Kaçaznuni, Taşnak Partisi’nin Artık Yapacak Bir Şeyi Yok, Bükreş, 1923.
•Salahi Sonyel, The Armenians in the Ottoman Empire and Modern Turkey, 1983.
•Salahi Sonyel, The Ottoman Armenians, 1983.
•Stanford Shaw, History of the Ottoman Empire and Modern Turkey, 1977.
Sefa Yürükel yazıyor

0
mutlu
Mutlu
0
_zg_n
Üzgün
0
sinirli
Sinirli
0
_a_rm_
Şaşırmış
0
vir_sl_
Virüslü
1915 Tehcir Kanunu: Tarihi arka plan, nedenler ve sonuçlar ışığında emperyalizm, etnik milliyetçilik ve Ermeni meselesi
Yorum Yap