Bir insan, bir şehir: Yusuf Cinal ve Brüksel. Bir insan ve bir şehir ancak bu kadar yakışabilir birbirine. Ancak bu kadar uyumlu olabilir ve bu kadar örtüşebilir birbirleriyle.
Geçenlerde, yirmi dört saat süreyle Brüksel’in -daha doğrusu Yusuf Cinal’ın- misafiri olma şansına sahip oldum. Şansına, onuruna, mutluluğuna.
Tarih, kültür, edebiyat, hoşgörü, zenginlik, iyilik, misafirperverlik; yedi haslet abartısız her ikisinde de vardı diyeyim size. Belçika’dan söz ediyorum: Bir milyonu göçmen, on buçuk milyon nüfuslu bir ülkenin, bir milyon yüz bin nüfuslu başkenti Brüksel’den söz ediyorum.
Gidene, görene ve tanıyana kadar benim zihnimde “Brüksel” diplomasi, bürokrasi ve askeri stratejiydi… Caddelerinde, meydanlarında, koridorlarında diplomasinin bürokrasinin resmiyetin hüküm sürdüğü, kol gezdiği bir ‘soğuk uzak batı’ kentiydi Brüksel.
El-hak bunları gördüm, el-hak yanılmamıştım, doğruydu bunlar.
Ama başka bir Brüksel daha gördüm. Bambaşka bir Brüksel. Sıcak, insâni, edebî, fikri bir Brüksel…
Brüksel ile otuz iki yıldır adeta bütünleşmiş, Sabah ve Hürriyet gazetelerinin uzun yıllar Brüksel temsilciliğini üstlenmiş ve hâlen “Yeni Haber Belçika” gazetesinin sahibi, birçok kitabı olan bir yazar; haza gazeteci, haza beyefendi, haza insan; iliklerine kadar Türkiye sevdalısı Yusuf Cinal ustamla gezmeseydim Brüksel’i, ‘yaşayabilir’ miydim, bilebilir miydim, hatta sevebilir miydim; hiç sanmıyorum.
Belçika üç siyasi/idari bölgeli, dört kültürlü garip bir ülke.
Kral ülke; krallı (Filip) kraliçeli (Matidl) ülke. Bizim İkinci Meşrutiyet’i yaşıyorlar anlayacağınız. Siyasi açından tam tamına yüz on yıl gerideler bizden. “Daha bir cumhurbaşkanları bile yok, cumhurbaşkanını seçerken bir kere oy kullanabilmiş değiller; vah zavallılar,” diyen Sezen Aksu’ya selam olsun buradan. Ha unutmadan; yüz binlerce evin, dairenin, apartmanın arsası Kral Filip’e ait. Mülkiyet hakkınız yok, olamaz da. Toprağı kralınızdan kiralıyor, – her ay ev kirası öder gibi- bir ömür kralınıza arsa parası ödüyorsunuz.
Yüz altmış iki ülkeden Belçika’ya yerleşmiş on buçuk milyon insanın yaşadığı bir ‘huzur ülkesi’ Belçika. Ki bunun bir milyonu Müslüman, bir milyonun iki yüz elli bin kadarı da Türk. 1964’te imzalanan ikili antlaşma çerçevesinde yerleşmiş bizimkiler Belçika’ya.
Üç dilli bir ülke; kuzeyi Flaman (Flemenkçe konuşan Hollandalılar) güneyi Valon (Fransızca konuşanlar) doğusu Almanca konuşan Germenefonlar. Brüksel Flaman hakimiyetindeyken yavaş yavaş Valonist / Fransçeist olmuş zamanla.
Türkiye’nin üç büyükelçisinin bulunduğu tek şehir Brüksel: Belçika Büyükelçisi, AB Büyükelçisi, NATO Büyükelçisi. AB buradan idare ediliyor. Pek tabii birçok stratejik noktada da AB’nin fikir babası Schuman’ın büstünden veya heykelinden geçilmiyor.
Brüksel’de AB Vadisi’nde gezerken, beş yüz yıllık sömürgeci Avrupa’nın en modern ve en yeni yüzünü görüyorsunuz: Planlı, geometrik, aritmetik bir görsellik, bir ruh, bir iklim. Bundan olmalı, dünyanın çok uluslu, çok büyük cirolu şirketlerinin merkezi hep Brüksel’deymiş. Aynı zamanda bir üniversite kenti olan Brüksel, eğitim sıralamasında dünya 36.’sı.
Geçen sene 23 Martta 34 kişinin hayatını kaybettiği, terör anısına yapılan kınama anıtına ‘dünyada bir daha terör olmasın, herkes ancak eceliyle ölsün’ dileklerimizle, biz de kırmızı gülümüzü bırakıp öyle ilerliyoruz Senkantner Milli Parkı’na. Yine Robert Schuman karşılıyor parkın girişinde bizi. Ben diyeyim elli, siz deyin yüz dönümlük bir park. Her taraf heykellerde donatılmış. Günlerden Pazar, -Yusuf Hocamın dediğini göre- sekiz aydan sonraki ilk güneşli ve ılık gün. Binlerce Brükselli yeşil çimenlerle buluşmuş, güneşin ve hayatın tadını çıkartıyor; çoluk çocuk, yaşlı genç, kadın erkek, herkes burada. Bu tarihî parkın iki önemli özelliği var: Biri muhteşem Hürriyet Anıtı. Diğeri ise, hemen bitişiğinde 1974’te inşa edilen Avrupa’nın en büyük camii. Hoşgörüye, saygıya ve ötekileştirmemeye en güzel örnektir sanıyoruz bu durum. Acaba Türkiye’de orta ölçekli bir şehire, mesela Adapazarı’na, Konya’ya yahut Sivas’a son on yılda işgücü nedeniyle on bin Hristiyan yerleşse ve şehrin en büyük parkının bitişiğine kilise inşa etmeye kalkışsalar, yöneticilerimiz buna ne cevap verir, halkımız ne tepki gösterir, varın siz hesap edin; biz daha yüz yıldır Taksim Meydanı’na camii meselesini bile çözememişken…
Parktaki antika ve askeri müzeyi-vakitsizlikten – gezemedik. Buna rağmen, 1924’te yapılan ilk Türk savaş uçağının bu askeri müzede sergilendiğini öğrenmek çok gurur vericiydi.
Brüksellinin sabah kalktığında yaptığı ilk iş, pencereyi açıp havaya bakmakmış. Bunu yaparken de, şunu diyebilmek istermiş en çok: ‘Hava bugün ne güzel!’; Ama çok nadirmiş böyle diyebildiği zamanlar Brüksellinin. Zira şehre en çok yağmur ve gri hakimmiş. Her şehir bir renkse eğer, Brüksel gri demekmiş. Ama o gün, bizim şansımıza maviydi her yan; pırıl pırıl masmavi. Yani umut, yani bahar, yani huzur. Tatilde en çok Türkiye’yi tercih etmeleri de, güneş özlemindenmiş Belçikalıların. Sonra da Yunanistan ve Fransa’yı tercih ediyorlarmış. Güneşsizlikten, D vitamini eksikliği görülüyormuş en çok. Eczanelerde en çok satılan ilaç ise yine D vitaminiymiş.
Her şehir bir amblemdir Batı’da. Mesela Brüksel’in amblemi iris çiçeğidir. ‘Gökkuşağı’ demekmiş manası. Sanata sanatçılara, mesela Van Gogh’a ilham veren çiçektir iris. Hüznün arkasındaki güzel koku demekmiş aynı zamanda. Brüksel’le ne de çok örtüşüyor…
Brüksel Belediye / Hukuk Tepesi tam bir demokrasi mabedi gibi; herkes her konuda, her protestoyu yapabiliyor orada, Savaş Kahramanları anıtı önünde. Bizim olduğumuz gün ‘dünyada yaşama hakkına müdahale edenleri’ protesto gösterisi vardı mesela; yumuşak, insanî, her iki dilli bildiri okuma ve pankartlarla gelmişlerdi çoluk çocuk, yaşlı genç, kadın erkek. Hoş bir görüntüydü. Oradan eski’meyen Brüksel’i seyir de bir başka güzeldi doğrusu.
Her Batı kenti gibi Brüksel de her köşe başını ve her meydanı heykellerin süslediği bir kent. Good Defre / Atlı Heykel de bunlardan birisi.
Brüksel esas itibarıyla Grand Place / Gren Ples – Büyük Meydan demek aslında. Şehrin hatta ülkenin tarihi en çok orada hissediliyor. Batının o soğuk ama özgün mimarisinin prototip eserleriyle donatılmış bu meydan. Dev tarihi binaların çatıları veya meydana bakan yüzleri heykel ve kabartmalarla dolu. Her birinin ayrı hikâyesi veya efsanesi var. Tecavüze uğrayıp bunun hesabını kraldan soran kadınla kralın, dev binaların çatısında karşılıklı heykellerinden tutun da, bir ayağının ucuna Osmanlı levendini, diğer ayağının ucuna Amerikan askerini alıp ‘ben Türkleri de Amerika’yı da dize getirdim, dünyanın sultanı artık benim’ böbürlenmesindeki kral heykeline… Heykel müzesi sanki bu meydan.
Benim için Büyük Meydan, esas itibarıyla Victor Hugo ile Karl Marks’tır. Biri ‘Sefiller’i ile dünya edebiyatına taht kurmuş kalem sultanı, diğeri Avrupa’nın sefaletine çözüm arayan, ‘Kapital’a düşman ‘Das Kaptal’e dost ama sonunda ‘Kapital’in bozguna uğrattığı Komünizmin fikir sultanı. AB’nin, yani Çağdaş Batı Kapitalizminin başkenti de Brüksel, onun en büyük hasmı Komünizmin tohumlarının atıldığı kent de Brüksel; Velhasılı, tezatlar kenti Brüksel.
Unutmadan, Ten Ten de buralı.
Atomium Heykeli de bir başka muamma yahut bir başka güzellik; İki ikiz mühendisin 1958’de çizip hayata geçirdiği heykelin, insanın, doğanın ve varlığın temelini açıkladığını kabul ediyorlar. İnanışa göre onu görmek, insanın ilk ve tek hücresini görmek gibiymiş.
Aynı zamanda da romantik bir kent Brüksel: Hitler işgalinde bombaların üzerine işeyerek savaş açan beş yaşındaki tatlı romantik çocuk, Brüksellilerin hem kahramanı hem de amblemi. Küçümsemeyin lütfen: Çikolatadan magnete nerede hediyelik bir eşya varsa, bu ‘işeyen çocuk’ orada. Belki de bu yüzden Brüksel’de en çok ziyaret edilen heykel, ‘işeyen çocuk’ heykeli.
Bürksel’e gelip de üç şey yemeden dönülmezmiş: Biri frit, biri walf, biri de şokolade. Tattık, hepsi de nefis lezzetler zahir.
Bizim Adanalılar misali, onlara özgü bir sözleri de var: ‘God for duma’ diyorlarmış sık sık. Yani ‘Allah’ımı inkar edeyim ki doğru söylüyorum’ türünden.
19 belediyen oluşan bir şehir Brüksel. Durun, bir sürprizimiz var size: Merkez belediyelerden birinin, Sen Jos’un belediye başkanı Afyonlu Emir Kır. Daha doğrusu Emirdağlı. Hani Brükselliler Türkiye’den, Ankara’dan, İstanbul’dan, Afyon’dan daha çok Emirdağ’ı tanıyor biliyor seviyorlar desek, abartmış olmayız. Ankara’yı ve İstanbul’u Emirdağ’a bağlı bir ilçe sananlar çokmuş Belçika’da.
Ha bir de Kubatçı bu Brükselliler. Türk Müziğinin popüler isimlerinden Kubat da Brüksel doğumlu. Orada büyümüş, orada ünlenmiş. Ona ‘Belçika’nın Emirdağ’ından’ diyorlar. Ben söyleyenlerin yalancısıyım: Kuvvetli bir rivayete göre Belçika’da kilometrekareye kırk Türk, otuz iki Emirdağlı düşüyormuş.
Bütün ağaçların, bütün dalların, bütün binaların tescilli olduğu kentmiş Brüksel. Geçtik parktan bulvardan caddeden, evinizin bahçesindeki bir ağacın herhangi bir dalını bile kesemezmişsiniz; evinize çivi çakamazmışsınız çivi; gidip belediyeye müracaat edecekmişsiniz, raporlara bakılacak, kurul değerlendirecek, izin/onay çıkarsa ne âlâ, artık keser çivi elde, bismillah deme zamanıdır. Kamu kurumu baskısı/kontrolü değil sadece; kesmeye görün bahçenizdeki ağacın bir dalını, vatandaş soruyormuş belediyeden önce hesabı…
Kahverengi şehir Brüksel.
Açık sütlü kahverengi.
Çikolata tadında, çikolata renginde, çikolata kokusunda şehir Brüksel.
Kral ülke Belçika.
Kralcı ülke.
Kralın ülkesi zaten.
Brüksel de kral şehir; itiraf edelim.
Geçenlerde, yirmi dört saat süreyle Brüksel’in -daha doğrusu Yusuf Cinal’ın- misafiri olma şansına sahip oldum. Şansına, onuruna, mutluluğuna.
Tarih, kültür, edebiyat, hoşgörü, zenginlik, iyilik, misafirperverlik; yedi haslet abartısız her ikisinde de vardı diyeyim size. Belçika’dan söz ediyorum: Bir milyonu göçmen, on buçuk milyon nüfuslu bir ülkenin, bir milyon yüz bin nüfuslu başkenti Brüksel’den söz ediyorum.
Gidene, görene ve tanıyana kadar benim zihnimde “Brüksel” diplomasi, bürokrasi ve askeri stratejiydi… Caddelerinde, meydanlarında, koridorlarında diplomasinin bürokrasinin resmiyetin hüküm sürdüğü, kol gezdiği bir ‘soğuk uzak batı’ kentiydi Brüksel.
El-hak bunları gördüm, el-hak yanılmamıştım, doğruydu bunlar.
Ama başka bir Brüksel daha gördüm. Bambaşka bir Brüksel. Sıcak, insâni, edebî, fikri bir Brüksel…
Brüksel ile otuz iki yıldır adeta bütünleşmiş, Sabah ve Hürriyet gazetelerinin uzun yıllar Brüksel temsilciliğini üstlenmiş ve hâlen “Yeni Haber Belçika” gazetesinin sahibi, birçok kitabı olan bir yazar; haza gazeteci, haza beyefendi, haza insan; iliklerine kadar Türkiye sevdalısı Yusuf Cinal ustamla gezmeseydim Brüksel’i, ‘yaşayabilir’ miydim, bilebilir miydim, hatta sevebilir miydim; hiç sanmıyorum.
Belçika üç siyasi/idari bölgeli, dört kültürlü garip bir ülke.
Kral ülke; krallı (Filip) kraliçeli (Matidl) ülke. Bizim İkinci Meşrutiyet’i yaşıyorlar anlayacağınız. Siyasi açından tam tamına yüz on yıl gerideler bizden. “Daha bir cumhurbaşkanları bile yok, cumhurbaşkanını seçerken bir kere oy kullanabilmiş değiller; vah zavallılar,” diyen Sezen Aksu’ya selam olsun buradan. Ha unutmadan; yüz binlerce evin, dairenin, apartmanın arsası Kral Filip’e ait. Mülkiyet hakkınız yok, olamaz da. Toprağı kralınızdan kiralıyor, – her ay ev kirası öder gibi- bir ömür kralınıza arsa parası ödüyorsunuz.
Yüz altmış iki ülkeden Belçika’ya yerleşmiş on buçuk milyon insanın yaşadığı bir ‘huzur ülkesi’ Belçika. Ki bunun bir milyonu Müslüman, bir milyonun iki yüz elli bin kadarı da Türk. 1964’te imzalanan ikili antlaşma çerçevesinde yerleşmiş bizimkiler Belçika’ya.
Üç dilli bir ülke; kuzeyi Flaman (Flemenkçe konuşan Hollandalılar) güneyi Valon (Fransızca konuşanlar) doğusu Almanca konuşan Germenefonlar. Brüksel Flaman hakimiyetindeyken yavaş yavaş Valonist / Fransçeist olmuş zamanla.
Türkiye’nin üç büyükelçisinin bulunduğu tek şehir Brüksel: Belçika Büyükelçisi, AB Büyükelçisi, NATO Büyükelçisi. AB buradan idare ediliyor. Pek tabii birçok stratejik noktada da AB’nin fikir babası Schuman’ın büstünden veya heykelinden geçilmiyor.
Brüksel’de AB Vadisi’nde gezerken, beş yüz yıllık sömürgeci Avrupa’nın en modern ve en yeni yüzünü görüyorsunuz: Planlı, geometrik, aritmetik bir görsellik, bir ruh, bir iklim. Bundan olmalı, dünyanın çok uluslu, çok büyük cirolu şirketlerinin merkezi hep Brüksel’deymiş. Aynı zamanda bir üniversite kenti olan Brüksel, eğitim sıralamasında dünya 36.’sı.
Geçen sene 23 Martta 34 kişinin hayatını kaybettiği, terör anısına yapılan kınama anıtına ‘dünyada bir daha terör olmasın, herkes ancak eceliyle ölsün’ dileklerimizle, biz de kırmızı gülümüzü bırakıp öyle ilerliyoruz Senkantner Milli Parkı’na. Yine Robert Schuman karşılıyor parkın girişinde bizi. Ben diyeyim elli, siz deyin yüz dönümlük bir park. Her taraf heykellerde donatılmış. Günlerden Pazar, -Yusuf Hocamın dediğini göre- sekiz aydan sonraki ilk güneşli ve ılık gün. Binlerce Brükselli yeşil çimenlerle buluşmuş, güneşin ve hayatın tadını çıkartıyor; çoluk çocuk, yaşlı genç, kadın erkek, herkes burada. Bu tarihî parkın iki önemli özelliği var: Biri muhteşem Hürriyet Anıtı. Diğeri ise, hemen bitişiğinde 1974’te inşa edilen Avrupa’nın en büyük camii. Hoşgörüye, saygıya ve ötekileştirmemeye en güzel örnektir sanıyoruz bu durum. Acaba Türkiye’de orta ölçekli bir şehire, mesela Adapazarı’na, Konya’ya yahut Sivas’a son on yılda işgücü nedeniyle on bin Hristiyan yerleşse ve şehrin en büyük parkının bitişiğine kilise inşa etmeye kalkışsalar, yöneticilerimiz buna ne cevap verir, halkımız ne tepki gösterir, varın siz hesap edin; biz daha yüz yıldır Taksim Meydanı’na camii meselesini bile çözememişken…
Parktaki antika ve askeri müzeyi-vakitsizlikten – gezemedik. Buna rağmen, 1924’te yapılan ilk Türk savaş uçağının bu askeri müzede sergilendiğini öğrenmek çok gurur vericiydi.
Brüksellinin sabah kalktığında yaptığı ilk iş, pencereyi açıp havaya bakmakmış. Bunu yaparken de, şunu diyebilmek istermiş en çok: ‘Hava bugün ne güzel!’; Ama çok nadirmiş böyle diyebildiği zamanlar Brüksellinin. Zira şehre en çok yağmur ve gri hakimmiş. Her şehir bir renkse eğer, Brüksel gri demekmiş. Ama o gün, bizim şansımıza maviydi her yan; pırıl pırıl masmavi. Yani umut, yani bahar, yani huzur. Tatilde en çok Türkiye’yi tercih etmeleri de, güneş özlemindenmiş Belçikalıların. Sonra da Yunanistan ve Fransa’yı tercih ediyorlarmış. Güneşsizlikten, D vitamini eksikliği görülüyormuş en çok. Eczanelerde en çok satılan ilaç ise yine D vitaminiymiş.
Her şehir bir amblemdir Batı’da. Mesela Brüksel’in amblemi iris çiçeğidir. ‘Gökkuşağı’ demekmiş manası. Sanata sanatçılara, mesela Van Gogh’a ilham veren çiçektir iris. Hüznün arkasındaki güzel koku demekmiş aynı zamanda. Brüksel’le ne de çok örtüşüyor…
Brüksel Belediye / Hukuk Tepesi tam bir demokrasi mabedi gibi; herkes her konuda, her protestoyu yapabiliyor orada, Savaş Kahramanları anıtı önünde. Bizim olduğumuz gün ‘dünyada yaşama hakkına müdahale edenleri’ protesto gösterisi vardı mesela; yumuşak, insanî, her iki dilli bildiri okuma ve pankartlarla gelmişlerdi çoluk çocuk, yaşlı genç, kadın erkek. Hoş bir görüntüydü. Oradan eski’meyen Brüksel’i seyir de bir başka güzeldi doğrusu.
Her Batı kenti gibi Brüksel de her köşe başını ve her meydanı heykellerin süslediği bir kent. Good Defre / Atlı Heykel de bunlardan birisi.
Brüksel esas itibarıyla Grand Place / Gren Ples – Büyük Meydan demek aslında. Şehrin hatta ülkenin tarihi en çok orada hissediliyor. Batının o soğuk ama özgün mimarisinin prototip eserleriyle donatılmış bu meydan. Dev tarihi binaların çatıları veya meydana bakan yüzleri heykel ve kabartmalarla dolu. Her birinin ayrı hikâyesi veya efsanesi var. Tecavüze uğrayıp bunun hesabını kraldan soran kadınla kralın, dev binaların çatısında karşılıklı heykellerinden tutun da, bir ayağının ucuna Osmanlı levendini, diğer ayağının ucuna Amerikan askerini alıp ‘ben Türkleri de Amerika’yı da dize getirdim, dünyanın sultanı artık benim’ böbürlenmesindeki kral heykeline… Heykel müzesi sanki bu meydan.
Benim için Büyük Meydan, esas itibarıyla Victor Hugo ile Karl Marks’tır. Biri ‘Sefiller’i ile dünya edebiyatına taht kurmuş kalem sultanı, diğeri Avrupa’nın sefaletine çözüm arayan, ‘Kapital’a düşman ‘Das Kaptal’e dost ama sonunda ‘Kapital’in bozguna uğrattığı Komünizmin fikir sultanı. AB’nin, yani Çağdaş Batı Kapitalizminin başkenti de Brüksel, onun en büyük hasmı Komünizmin tohumlarının atıldığı kent de Brüksel; Velhasılı, tezatlar kenti Brüksel.
Unutmadan, Ten Ten de buralı.
Atomium Heykeli de bir başka muamma yahut bir başka güzellik; İki ikiz mühendisin 1958’de çizip hayata geçirdiği heykelin, insanın, doğanın ve varlığın temelini açıkladığını kabul ediyorlar. İnanışa göre onu görmek, insanın ilk ve tek hücresini görmek gibiymiş.
Aynı zamanda da romantik bir kent Brüksel: Hitler işgalinde bombaların üzerine işeyerek savaş açan beş yaşındaki tatlı romantik çocuk, Brüksellilerin hem kahramanı hem de amblemi. Küçümsemeyin lütfen: Çikolatadan magnete nerede hediyelik bir eşya varsa, bu ‘işeyen çocuk’ orada. Belki de bu yüzden Brüksel’de en çok ziyaret edilen heykel, ‘işeyen çocuk’ heykeli.
Bürksel’e gelip de üç şey yemeden dönülmezmiş: Biri frit, biri walf, biri de şokolade. Tattık, hepsi de nefis lezzetler zahir.
Bizim Adanalılar misali, onlara özgü bir sözleri de var: ‘God for duma’ diyorlarmış sık sık. Yani ‘Allah’ımı inkar edeyim ki doğru söylüyorum’ türünden.
19 belediyen oluşan bir şehir Brüksel. Durun, bir sürprizimiz var size: Merkez belediyelerden birinin, Sen Jos’un belediye başkanı Afyonlu Emir Kır. Daha doğrusu Emirdağlı. Hani Brükselliler Türkiye’den, Ankara’dan, İstanbul’dan, Afyon’dan daha çok Emirdağ’ı tanıyor biliyor seviyorlar desek, abartmış olmayız. Ankara’yı ve İstanbul’u Emirdağ’a bağlı bir ilçe sananlar çokmuş Belçika’da.
Ha bir de Kubatçı bu Brükselliler. Türk Müziğinin popüler isimlerinden Kubat da Brüksel doğumlu. Orada büyümüş, orada ünlenmiş. Ona ‘Belçika’nın Emirdağ’ından’ diyorlar. Ben söyleyenlerin yalancısıyım: Kuvvetli bir rivayete göre Belçika’da kilometrekareye kırk Türk, otuz iki Emirdağlı düşüyormuş.
Bütün ağaçların, bütün dalların, bütün binaların tescilli olduğu kentmiş Brüksel. Geçtik parktan bulvardan caddeden, evinizin bahçesindeki bir ağacın herhangi bir dalını bile kesemezmişsiniz; evinize çivi çakamazmışsınız çivi; gidip belediyeye müracaat edecekmişsiniz, raporlara bakılacak, kurul değerlendirecek, izin/onay çıkarsa ne âlâ, artık keser çivi elde, bismillah deme zamanıdır. Kamu kurumu baskısı/kontrolü değil sadece; kesmeye görün bahçenizdeki ağacın bir dalını, vatandaş soruyormuş belediyeden önce hesabı…
Kahverengi şehir Brüksel.
Açık sütlü kahverengi.
Çikolata tadında, çikolata renginde, çikolata kokusunda şehir Brüksel.
Kral ülke Belçika.
Kralcı ülke.
Kralın ülkesi zaten.
Brüksel de kral şehir; itiraf edelim.