İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener partisinin grup toplantısında konuştu. Akşener, İdlib’te 5 askerimizin şehit olması ile ilgili iktidara seslenerek “Mikrofon delikanlılığını artık bırakın ve gereğini yapın” dedi. Akşener, iktidar ile İlker Başbuğ arasındaki FETÖ’nün siyasi ayağı tartışmasına da değinirken, KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı’ya sert tepki gösterdi.
İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener partisinin grup toplantısında gündeme dair açıklamalarda bulundu. Akşner, İdlib’te Suriye rejiminin saldırısı sonrası 5 askerimizin şehit olması ile ilgili iktidara çağrıda bulunarak, “Tahammülüz kalmadı. Mikrofon delikanlılığını artık bırakın ve gereğini yapın.” dedi.
İktidar partisi ile eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ arasında yaşanan FETÖ’nün siyasi ayağına yönelik tartışmalara da değinen İYİ Parti lideri Meral Akşener; “İhtiyacımız olan FETÖ’yi sevindirecek kavgalar değil siyasi ayağını ortaya çıkarıp temizlemektir. Bir kere daha çağrı yapıyorum, siz bir önerge verin ‘FETÖ’nün siyasi ayağını araştıralım’ biz kabul edelim.” ifadelerini kullandı.
Akşener, konuşmasının son bölümünde ise, son dönemdeki açıklamaları ile tepki çeken KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı’ya sert tepki gösterdi. Akşener, Hayırdır Mustafa Bey? Bayrak indi de, bizim mi haberimiz mi yok? Slogan deyip geçtiğin o sözler, işkembeden atılmadı. O sözler, o bayrak oraya dikildiği gün, koca bir milletin yüreğinden kopup söylendi.” şeklinde konuştu.
Akşener’in açıklamaları şöyle:
Maalesef yeni haftaya yeni bir acıyla girdik. İdlib’teki saldırıda 5 Mehmedimizi şehit verdik. Şehitlerimize Allah’tan rahmet diliyorum. Bu olayın ardından yapılan açıklama ise geçen haftaki açıklamanın aynısıydı. Saldırı noktaları ateş destek vasıtalarıyla ateş altına alınmış ve gerekli cevap verilmiş. Devletin sözüne inanmak zorundayız ancak bu inancımız tahammül sınırlarını zorlayan bir noktaya geldiğimiz gerçeğini ortadan kaldırmıyor.
“MİKROFON DELİKANLILIĞINI BIRAKIN”
Evet, artık tahammülüz kalmadı. Bu iş öyle açıklamayla falan olmaz, ülkemizi soktuğunuz Suriye bataklığında Mehmedimiz can veriyor. Siz nasıl daha neyi bekliyorsunuz? Diplomasi seçeneği elbette kıyıda durmalı ama Mehmedim toprağa düşerken ve bunu bir devletin askeri yaparken lafı uzatmanın anlamı yok. Mikrofon delikanlılığını artık bırakın ve gereğini yapın.
VAN’DAKİ ÇIĞ VE SABİHA GÖKÇEN’DE UÇAK KAZASI
Kazalar elbette hayatmızın gerçeği. Ancak işin uzmanları her iki kaza için de özveri ile yürütüldüğünden şüphe etmediğimiz hatalara dikkati çekiyor. Gösterilmesi gereken dikkatin gösterilmediğinden bahsediyorlar. Henüz aydınlığa ulaşmamış gerçekler var.
Sabiha Gökçen’de yıllardır bitirilemeyen ikinci pistte ve bunun sonucunda kullanılmaya devam eden, Sayın Bakan’ın tabiriyle yorgun piste dikkat çekiliyor.
Biliyorsunuz o inmeye çalışan fakat inemeyen diğer uçağın yolcularından biri bendim. Aynı şartlarda güvenlik gerekçesiyle pisti pas geçen uçaklar varken, diğer bir uçağın inişine izin verilmesinin ya da pilotların inme kararının verebiliyor olması hakkında detaylı bir inceleme yapılması gerekir ama yapılmıyor.
Düşünsenize uçak pist dışına çıkıyor, yardım için gelen özel hareket mensupları havaalanı yanındaki çukura düşüyor ve yaralanıyor. Kazazedeler havaalanı ortasında ambulans bekliyor. Yeteri sayıda ambulans gelmiyor, yaralılar yolcu otobüslerinde taşınıyor. Tüm bunlar olurken güvenlik elemanları internete video yükleme peşinde iktirada soruyorum; Allah aşkına biz ne zaman bu kadar ciddiyetsiz bir ülke haline geldik?
Bu beceriksizlik benim uykularımı kaçıyor, siz nasıl oluyor da her şey yolundaymış gibi davranabiliyorsunuz? Partime ve bana karşı tehditlerinizden korkmadım ama bu vurdum duymazlık beni korkutuyor.
AKŞENER’DEN ERDOĞAN’A: DUT PEKMEZİ YEMEK TEDBİR DEĞİLDİR
Dünya Çin’den yayılan bir virüse karşı ayakta Çin’de yaşananları gördükten sonra acaba biz ne kadar hazırlıklıyız diye sormamız gerekiyor? SARS, Domuz gribi, koronavirüsü… Dünya doğal kaynaklarını tüketip metropollere sıkıştıkça salgın hastalıkların ardı arkası kesilmiyor. Soruyorum; Olası bir salgında sağlık çalışanlarımız ne yapacaklarını biliyor mu? Rusya, ABD aşı geliştiriyor. Türkiye’de herhangi bir kurum bu senaryoya karşı bir önlem alıyor mu? Sorduk ne önlem aldınız dedik, yolcuları termal kamerayla kontrol ediyoruz dediler.
Ateşi olmayan geçip gidiyor. Bu virüsün kuluçka dönemi 15 gün. Sağlam geçen biri 10 gün sonra fenalaşabilir. Önlem dediğiniz bu mu? Olası bir salgında hangi bölgelere çadır hastaneler kurulacak? Bunların planları var mı? Ölümcül virüslere karşı dut pekmezi yemek tedbir değildir.
YİTİRDİĞİMİZ CANLARDAN NE ZAMAN DERS ALACAKSINIZ?
Maske, serum ve ilaç stoğu yapılıyor mu? Olası bir salgında hastanelerin kapasitesi yetmiyor. Soruyorum hangi bölgelere çadır hastaneler kurulacak bunların planları var mı? İş işten geçtikten sonra ailelere baş sağlığına gitmek tedbir değildir. Cenazalere katılmak, evi yıkılanlara ev tahsis etmek tedbir değildir. Ölümcül virüslere karşı dut pekmezi yemek de tedbir değildir. Tedbir almak felaket başa gelen gelmeden çalışmak en kötü senaryoya göre çalışmaktır. Tabii ağaların keyfi yerinde… Virüs gelirse o zaman düşünürüz diyorlar. Deprem olursa, çığ düşerse, uçak kazası olursa o zaman düşünürüz diyorlar. Tedbirli olmak bu kadar zor mu? Peki yitirdiğimiz canlardan ne zaman ders alacaksınız.
Biz artık alınan önlemler sayesinde can kaybı yaşanmadı gibi cümleler duymak istiyoruz. Yaralıların 5 dakika içinde hastaneye nakledildiğini duymak istiyoruz. Sorumluların ekrana çıkıp ağlamasını değil, deprem oldu ama bir tane bile bina yıkılmadı demelerini bekliyoruz.
Bunları sadece eleştirmek için değil bir seferberliğin başlaması için söylüyorum. Bakın uzmanlar İstanbul depremi konusunda uyarıyor, İstanbul’da yaşanacak bir felaket sadece İstanbul’u yıkıp geçmez tüm Türkiye’yi, tüm ülkenin ekonomisini de yıkıp geçer. Şimdiye dek atılan adımların yetersiz olduğu aşikar. Bu kadar önemli bir konuyu siyasi polemik hale getirmek istemiyorum. İstanbul’un siyasi polemiklerle kaybedecek vakti yok. Kanal İstanbul’u değil, İstanbul’u depremden nasıl koruyacağımızı konuşalım.
Sayın Erdoğan; Günümüz teknolojisi depreme karşı güven içinde yaşayabilmemizi sağlayan her türlü aracı sunuyor. Sorun belli çözüm belli. Kanal İstanbul için seferber olacağımıza gelin kentsel dönüşüm seferberliği başlatalım. Rant konuşacağımıza gelin İstanbul’daki binalara sismik izolatör sistemlerinin nasıl entegre edeceğimizi konuşalım. Gelin, gereken adımları atalım, “İstanbul depreme hazır.” diyelim.
Önce tedbirimizi alalım, şehirlerimizi deprem felaketine karşı koruyalım. Ondan sonra ne kadar fantastik projen varsa getir tartışalım.
İstersen, Karadeniz’den Akdeniz’e kanal projesi getir, Onu tartışalım. İstersen, İstanbul’dan Diyarbakır’a tüp geçit projesi getir, Onu tartışalım. İstersen, Mersin’den Mısır’a köprü projesi getir, Onu tartışalım.
İstersen, damadının “Biz dersek vatandaş inanır.” dediği; Ankara’dan Ay’a duble yol projesini getir, Onu tartışalım. Ama önce milletin canını güvence altına alalım.
“İŞTE MİLLETİN ADAMININ GELDİĞİ SON DURUM”
Aziz milletim;
Israrla söylediğim gibi; biz, bütün kurum ve makamlara, işinin ehli insanların oturtulması gerektiğine inanıyoruz. Milletimiz, kurumları liyakatsiz eşle, dostla, partililerle dolduranlar yüzünden, daha fazla eziyet çekmesin istiyoruz. İnsanlarımızın kaderi, gençlerimizin umutları, beceriksiz damatların rüyalarına, kurban edilmesin istiyoruz.
Bizim meselemiz, bir siyasi fırsat meselesi değil, Bizim meselemiz, bir memleket meselesidir. Ve memleket meselelerini çözebilmek, liyakatli yöneticilerin yapabileceği iştir. Gün artık, beceriksizlerin elinde, devleti devlet olmaktan çıkaran iktidara, oturdukları makamların önemini hatırlatma günüdür. Gün artık, milletin feryadına kulaklarını tıkayanlara, milletin sesini duyurma günüdür. Fakat her şeyden önce, Sayın Erdoğan’a, milletin yüreğine ateş düşerken, Cumhurbaşkanı olarak nasıl davranması gerektiğini öğretmemiz gerekiyor.
Van’daki çığ felaketi sırasında, televizyon ekranlarını hatırlayın. İkiye bölünmüş ekranın bir tarafında, arama-kurtarma görüntüleri, diğer yandaysa, Sayın Erdoğan’ın Kırıkkale mitingi vardı. Milletin aklı, yüreği Bahçesaray’dayken, ülkenin Cumhurbaşkanı aynen şunları söyledi; “Çığdan yeni bir haber geldi. Çığ altında kalanların sayısı 33 oldu. Allah rahmet eylesin. Maalesef çığ, heyelan, tüm bunlar hep tehditler. Biz, Van’da TOKİ vasıtasıyla bugüne kadar, 4794 konut inşa ettik. 927 konutun ise yapımı sürüyor.”
İnsanın aklı almıyor, inanası gelmiyor. Çığ altındaki vatandaşlarımızın kurtulması için, gözümüzün kulağımızın Van’da olduğu saatlerde, bu ülkenin Cumhurbaşkanı: TOKİ’den, inşaattan bahsediyor; üstüne üstlük mitingi de, “Size keyif çayı getirdim.” diyerek, toplanan vatandaşlara, çay paketleri atarak bitiriyor.
İşte size, “Milletin adamının” geldiği son durum… İşte size, ülkeyi inşaat şantiyesi olarak gören Sayın Erdoğan’ın; milletin acılarıyla, “TOKİ, inşaat…” diyerek kurduğu empati… Yazıklar olsun.
“DAMAT BEY ÖZEL BİR ŞİRKETTE GENEL MÜDÜR YARDIMCISI OLSAYDI…”
Dava arkadaşlarım;
Hep altını çiziyorum; “Liyakat çok önemli.” diyorum.
“Devleti liyakat sahibi insanlar yönetirse, sorunları değil, çözümleri konuşuruz.” diyorum. Dinimiz bunu emreder, Türk devlet geleneği bunu söyler… Allah-u Teala, Nisa Süresi 58. Ayette: “Allah size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi, ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman, adaletle hükmetmenizi emreder.” buyuruyor.
Dikkat edin, emaneti “yakınına, akrabana, senden olana ver.” demiyor, “ehline ver.” diyor. Türk Devlet geleneğinde ayrı bir yeri olan Koçi Bey’in, dördüncü Murat’a danışmanlık yaptığı zamanda kaleme aldığı,
Koçi Bey Risalesi’nde de, liyakat vurgusunu görürsünüz. Liyakatsizliğin, koca bir imparatorluğu çöküşe götüreceğini belirten Koçi Bey der ki: “Yüksek makamların şunun bunun aracılığı ile verilmesi doğru değildir. En bilgilisi hangisi ise ona verilmesi gerekir.” 18 yıllık Ak Parti iktidarları tüm açıklığıyla bize gösterdi ki; Liyakat meselesi, ülkemizin kanayan yarası olduğu gibi, aynı zamanda sorunlarımızdan kurtulmamız için gerekli, en önemli anahtarlardan biridir.
Bir göreve atama yapacaksan iki özelliğe bakacaksın: “Vatanına milletine sadık mı?” “İşinin ehli mi?” İktidar ise, bu iki şartı aramak yerine, tek bir kriterle atama yapıyor: “Bana sadık mı?” Bunun için mülakat sistemi getirdiler. Sınavdan düşük not alsan da, eğer Ak Parti’ye sadıksan, iş senin. Eğer farklı bir siyasi görüşün varsa, “Otur, sıfır.”
Biliyorsunuz Sayın Erdoğan, her ne kadar patronluk kariyeri tartışmalı olsa da; kendisini, bir şirket patronu gibi görmeyi çok sever… O zaman, kendisine durumu bir de şöyle anlatalım: Sayın Erdoğan; Her şirket sahibi, ve hissedarlar, yatırımlarını garanti altına almak, kazançlarını arttırmak ister. Şirket büyürse patron kazanır, hissedar kazanır. Şirketlerin büyümelerinin anahtarı da, sahip oldukları, yetkin insan kaynağıdır.
Günümüzde, insan kaynakları departmanlarının, şirketlerin en çok önem verdiği birimler arasında yer alması, tam olarak bu nedenledir. Çünkü insan kaynaklarının görevi, şirketlere doğru adayları bulmakla sınırlı değildir. Birçok işinin yanında, aynı zamanda çalışanların performansını ölçer. Her çalışanın, şirket vizyonu ve hedefleriyle uyumlu şekilde, bireysel hedeflerini belirler.
Çalışanların başarısını da, bu hedeflere göre objektif olarak değerlendirir. Başarılı çalışanları terfi ettirir, başarısız olanları ise ya değiştirir, veya onların da başarılı olabilmeleri için doğru yolu gösterir. 50 milyon ciro yapan şirketlerin sahiplerinde bile bu anlayış varken, 750 milyar dolarlık ekonomisi olan Türkiye’yi yöneten Sayın Erdoğan’da, bu anlayışı maalesef göremiyoruz.
Tarımı kalkındıracak yüzlerce aday varken, tarımı batıran bir adamı bakan yaptı. Ekonomiyi çok daha iyi yönetecek yüzlerce aday varken, konuyla ilgili en ufak bir fikri olmayan damadını bakan yaptı. Yaptığı yetmiyormuş gibi, bu arkadaşları tüm başarısızlıklarına rağmen, yerlerinde tutuyor. Neden bu kadar rahatlar biliyor musunuz?
Çünkü Türkiye kaybettiğinde, o paralar kendi ceplerinden çıkmıyor. O paralar milletin cebinden çıkıyor, kendi sefaları bozulmuyor, o yüzden umurlarında bile değil. Türkiye borca batmış, umurlarında değil. Damat beşinci kez hedef tutturamamış, umurlarında değil. İnsanlar işsiz, eziyet çekiyor umurlarında değil.
Bakın; Damat Bey, şans eseri özel bir şirkette finanstan sorumlu genel müdür yardımcısı olsaydı ve sunum yapsaydı:
“Şirketimizi gelecek yıl %50 büyüteceğim.” deyip; bir yıl sonunda şirketi krize soksaydı… Dediği ne varsa, tersi olsaydı… Damat Bey’i o koltukta oturturlar mıydı? Damat Bey, “Dolar 5 liranın altına inecek.” dedi, dolar 6 liranın üzerine çıktı. “Enflasyon düşecek.” dedi, o kadar kurcalamasına rağmen, enflasyon yüzde 12 buçuğa fırladı.
Sayın Erdoğan; Damadını çok beğeniyorsan, git kendin şirket kur, onu batırsın. Milletin rızkıyla daha fazla oyun oynatma. Unutma ki; Türkiye şirketinin sahibi bu aziz millettir. Ya damadını görevden alır, ekonomiyi işi bilen birine teslim edersin; ya da bu millet, seni de damadınla birlikte kapının önüne koyar, bilesin. Söylemedi deme…
“ERDOĞAN İLE BENİM ARAMDAKİ FARK…”
Aziz milletim;
Sayın Erdoğan’la benim aramdaki fark nedir, biliyor musunuz? Sayın Erdoğan’ın derdi, eşine, dostuna, akrabasına hayat yaşatmaktır; benim derdim, itilip kakılan, sesi duyulmayan milyonları hak ettikleri gibi mutlu yaşatmaktır. Sayın Erdoğan, tüm kuvvetler kendinde toplansın istiyor; Ben, kuvvetler ayrılığı diyorum. Sayın Erdoğan, “Yargı bana bağlı olsun.” diyor; Ben, “Yargı bağımsız, kararları adaletli olsun.” diyorum. Sayın Erdoğan, “Meclis bana bağlı olsun, her vekil vicdanını bana teslim etsin.” diyor; Ben, “Meclis millete bağlı olsun, her vekil vicdanını seçmenine teslim etsin.” diyorum. Sayın Erdoğan, “medya bana bağlı olsun.” diyor, tüm yanlışları gizlesin, Kızılay rezaletinin bile üstünü örtsün istiyor; Ben, medya bağımsız olsun ki, hırsızlar, arsızlar bu ülkede, bu kadar rahat gezemesin istiyorum.
Sayın Erdoğan, ekonomiyi, beceriksiz damadına emanet ediyor; Ben, “Yetişmiş dünya çapında ekonomistlerimiz var.” diyorum. Vatandaşımız yetkiyi bize verdiğinde; İYİ Parti’nin işi ehline vereceğinden hiç kimsenin şüphesi olmasın.
Milletimiz bize iktidar sorumluluğunu verdiğinde, devlet nezdinde çeşitli görevlere talip olan tüm vatandaşlarımızı; siyasi görüşüne, etnik kökenine, dini inancına, yaşam biçimine bakmadan, sadece bilgi, yetenek ve tecrübeleri ile değerlendirmek, ve bu yapıyı şeffaf bir şekilde kurmak, İYİ Parti olarak tüm vatandaşlarımıza sözümüzdür.
İKTİDAR İLE İLKER BAŞBUĞ’UN FETÖ TARTIŞMASI
Değerli milletvekilleri;
Geçtiğimiz hafta, Sayın Erdoğan ile Sayın Başbuğ arasında yaşanan tartışmayı biliyorsunuz. Biz bu tartışmada, şahıslarla değil, kurumlarla ilgiliyiz. Biz bu tartışmada, kimin ekmeğine yağ sürüldüğüyle ilgiliyiz.
Bu tartışma, fetöyle mücadele edenlere mi, yoksa bizzat fetönün kendisine mi yarıyor? Biz, işte bu sorunun cevabıyla ilgiliyiz. Meclise adım attığımız günden beri verdiğimiz önergelerle, FETÖ’nün siyasi ayağının araştırılmasını istedik. Bizzat şahit olduğunuz gibi, kendileri dışında herkesi fetöcü ilan eden Ak Parti ve küçük ortak, bu önergelerimizi her defasında reddetti. Şimdiyse, fetö tezgahlarının mağdurlarından, Genelkurmay eski Başkanı,
2009 yılında yapılan bir yasa değişikliğine, gece yarısı yapılan bir eke dikkat çekti. “Askerlerin sivil mahkemelerde yargılanmasının önünü açan düzenlemeyi, bizzat fetönün istediğini” söyledi.
Karşılığında aldığı cevap, Ak Parti milletvekillerine, “Gidin dava açın.” çağrısı oldu. Oysa o sözler, bir yorum değil, bir durum tespitiydi. Türk Ordusu’na kurulan tuzağın, nedenini sorgulayan sözlerdi. İşin ilginç yanı, aslında Sayın Erdoğan’ın da kabul ettiği bir sürece işaret ediyordu.
Sayın Erdoğan çıkıp, ne demişti?
“Kandırıldık. Önce Allah, sonra milletim bizi affetsin.” Türkiye’yi, 15 Temmuz ihanetine götüren sürecin gerçekleri ortadayken, kurumlarımızı yıpratacak yeni hamlelere, yeni sözlere karşı dikkatli olmalısınız. Kurumlarımızın daha fazla yıpratılmasına izin veremeyiz. İhtiyacımız olan, fetöyü sevindirecek kavgalar değildir. İhtiyacımız olan, fetönün siyasi ayağını ortaya çıkarıp, siyasetimizi bu kirden, bu pastan temizlemektir.
Bu, samimiyet ister. Bu, kararlılık ister. Bu, her tür hesaptan arınmış, cesur adımlar ister. Biz buna varız. Buyurun, bir kez daha çağrı yapıyorum; Madem bizim önergelerimize destek vermiyorsunuz, O zaman, siz bir önerge verin, “FETÖ’nün siyasi ayağını araştıralım.” deyin, biz, sizin önergenize destek verelim. Çünkü Türkiye’nin bu hesabı artık kapatması lazım. Kapatmadıkça, bu yara kanamaya devam edecektir.
Aziz milletim, sevgili gençler;
Biz, kanayan yaralarımız olmasın istiyoruz. Biz, Türkiye tedavilere değil, refaha, zenginliğe, huzura kafa yorsun istiyoruz. Biz, milletimiz, hakkına, hukukuna kavuşsun istiyoruz. Biz, milletimiz, Saray zenginlerinin şatafatına değil, evlatlarının geleceğine çalışsın istiyoruz. Biz, Türkiye hakkaniyetle idare edilsin, millet yeniden velinimet olsun istiyoruz. Biz, tüm bunların, Sayın Erdoğan’ın iki dudağı arasına hapsedilmiş, bu uyduruk sistemle değil, İyileştirilmiş ve Güçlendirilmiş Parlamenter Sistemle mümkün olacağını görüyoruz.
Yol arkadaşlarım; Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin kendilerine verdiği özgüven ve kibirle, iktidar mensupları, ipin ucunu artık iyice kaçırdı. Biliyorsunuz bir baba, “Çocuklarım aç.” diyerek, kendini ateşe verdi.
Bu acı yüreğimizi dağlarken, Ak Partili bir meclis üyesi çıkıp dedi ki; “Kimse açlıktan kendini yakmaz. Öyle olsaydı, Afrika ülkelerinde insan kalmazdı. Böyle ucuz siyasi manevraları, millet yemez.” Şu sözlere bakar mısınız? Şu insanlığa bakar mısınız? Şu vicdana bakar mısınız? İşte bu, milletine yabancılaşmış, milletiyle bağını koparmış bir iktidarın, tüm hücrelerine sinmiş nobranlığın, kibrin ispatıdır.
Ünlü yönetmen Ingmar Bergman’a soruyorlar: “Her şey kötüye gidiyor, insanlığı ne kurtaracak?”
Bergman da “Utanmak.” diyor. “İnsanlığı, utanmak kurtaracak.” diyor. Ar damarı çatlamışların, artık Türkiye’ye verecek bir şeyi kalmadı. Evlatları aç diye, kendini yakan bir babanın, önünde boynunu bükmek yerine, bir de laf yetiştiren utanmazlığın Türkiye’ye verebileceği bir şey kalmadı.
Biz biliriz ki; “Allahtan korkmayan, kuldan utanmaz.” Onlar utanmadıkça, harçlık veremeyen babalar, çocuklarının yüzüne bakmaya utanıyor. Onlar utanmadıkça, evladının önüne iki kap yemeği koyamayan, analar utanıyor.
Onlar utanmadıkça, dardaki babasından, harçlık istemek zorunda kalan, işsiz gençlerimiz utanıyor. Onlar utanmadıkça, ben utanıyorum. Onlar utanmadıkça, koca bir memleket utanıyor.
Biz, Allah’tan korkuyoruz. Biz, yeniden ve hep birlikte o ipin ucunu tutalım ve ayağa kalkalım istiyoruz. Şundan emin olun, milletimiz artık her şeyin farkında. Bu büyük millet, sandıkta bu utanmazlığa öyle bir ders verecek ki, yarın vatandaşımızın yüzüne bakmaya onlar utanacak.
MUSTAFA AKINCI’YA SERT TEPKİ!
Dava arkadaşlarım; Sözlerime son verirken, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ndeki bir başka utanmaza değinmek istiyorum. Türkiye’yi işgalci gibi tarif edebilen, Hatay’la kavuşmamızda büyük emeği olan Tayfur Sökmen’e laf söyleyebilen, bir başka utanmaz: Mustafa Akıncı. Rahmetli Rauf Denktaş’a hakaret etmeye utanmayan Ak Parti politikalarının eseri: Mustafa Akıncı. Kendisine en güzel cevabı rahmetli Rauf Denktaş veriyor:
“Üzerinde hür yaşayalım diye canlarını kanlarını vermiş olan insanların, bize bırakmış oldukları toprakları, mirasyedi gibi ne satabiliriz, ne de bırakıp kaçabiliriz. Sonuna kadar koruyacağız.”
Ben, Kıbrıs Türklüğü’ne inanıyorum. Ben, bu sözleri şiar olarak benimseyen, Kıbrıs Türklerine güveniyorum. Ankara’daki beceriksizlere, Lefkoşa’daki utanmazlara rağmen, Kıbrıs davamızı onların ayakta tutacaklarından eminim. Neymiş? Beyefendi, Kıbrıs Türklerinin özgürlüğünü temsil eden, o kutlu sözleri beğenmiyormuş. Neymiş?
1950’lerin sloganıymış… Neymiş? Artık hükmü yokmuş, bugüne uygun değilmiş… Hayırdır Mustafa Bey? Bayrak indi de, bizim mi haberimiz mi yok? Slogan deyip geçtiğin o sözler, işkembeden atılmadı. O sözler, o bayrak oraya dikildiği gün, koca bir milletin yüreğinden kopup söylendi. İşte o nedenle, herkes sussa da biz susmayacağız, ve Mustafa Akıncı gibi rahatsız olanlara inat, diyeceğiz ki:
KIBRIS TÜRKTÜR, TÜRK KALACAK!
Ve her zaman, her yerde;
NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE!
NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE!
NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE!
Kaynak Yeniçağ Gazetesi
İktidar partisi ile eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ arasında yaşanan FETÖ’nün siyasi ayağına yönelik tartışmalara da değinen İYİ Parti lideri Meral Akşener; “İhtiyacımız olan FETÖ’yi sevindirecek kavgalar değil siyasi ayağını ortaya çıkarıp temizlemektir. Bir kere daha çağrı yapıyorum, siz bir önerge verin ‘FETÖ’nün siyasi ayağını araştıralım’ biz kabul edelim.” ifadelerini kullandı.
Akşener, konuşmasının son bölümünde ise, son dönemdeki açıklamaları ile tepki çeken KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı’ya sert tepki gösterdi. Akşener, Hayırdır Mustafa Bey? Bayrak indi de, bizim mi haberimiz mi yok? Slogan deyip geçtiğin o sözler, işkembeden atılmadı. O sözler, o bayrak oraya dikildiği gün, koca bir milletin yüreğinden kopup söylendi.” şeklinde konuştu.
Akşener’in açıklamaları şöyle:
Maalesef yeni haftaya yeni bir acıyla girdik. İdlib’teki saldırıda 5 Mehmedimizi şehit verdik. Şehitlerimize Allah’tan rahmet diliyorum. Bu olayın ardından yapılan açıklama ise geçen haftaki açıklamanın aynısıydı. Saldırı noktaları ateş destek vasıtalarıyla ateş altına alınmış ve gerekli cevap verilmiş. Devletin sözüne inanmak zorundayız ancak bu inancımız tahammül sınırlarını zorlayan bir noktaya geldiğimiz gerçeğini ortadan kaldırmıyor.
“MİKROFON DELİKANLILIĞINI BIRAKIN”
Evet, artık tahammülüz kalmadı. Bu iş öyle açıklamayla falan olmaz, ülkemizi soktuğunuz Suriye bataklığında Mehmedimiz can veriyor. Siz nasıl daha neyi bekliyorsunuz? Diplomasi seçeneği elbette kıyıda durmalı ama Mehmedim toprağa düşerken ve bunu bir devletin askeri yaparken lafı uzatmanın anlamı yok. Mikrofon delikanlılığını artık bırakın ve gereğini yapın.
VAN’DAKİ ÇIĞ VE SABİHA GÖKÇEN’DE UÇAK KAZASI
Kazalar elbette hayatmızın gerçeği. Ancak işin uzmanları her iki kaza için de özveri ile yürütüldüğünden şüphe etmediğimiz hatalara dikkati çekiyor. Gösterilmesi gereken dikkatin gösterilmediğinden bahsediyorlar. Henüz aydınlığa ulaşmamış gerçekler var.
Sabiha Gökçen’de yıllardır bitirilemeyen ikinci pistte ve bunun sonucunda kullanılmaya devam eden, Sayın Bakan’ın tabiriyle yorgun piste dikkat çekiliyor.
Biliyorsunuz o inmeye çalışan fakat inemeyen diğer uçağın yolcularından biri bendim. Aynı şartlarda güvenlik gerekçesiyle pisti pas geçen uçaklar varken, diğer bir uçağın inişine izin verilmesinin ya da pilotların inme kararının verebiliyor olması hakkında detaylı bir inceleme yapılması gerekir ama yapılmıyor.
Düşünsenize uçak pist dışına çıkıyor, yardım için gelen özel hareket mensupları havaalanı yanındaki çukura düşüyor ve yaralanıyor. Kazazedeler havaalanı ortasında ambulans bekliyor. Yeteri sayıda ambulans gelmiyor, yaralılar yolcu otobüslerinde taşınıyor. Tüm bunlar olurken güvenlik elemanları internete video yükleme peşinde iktirada soruyorum; Allah aşkına biz ne zaman bu kadar ciddiyetsiz bir ülke haline geldik?
Bu beceriksizlik benim uykularımı kaçıyor, siz nasıl oluyor da her şey yolundaymış gibi davranabiliyorsunuz? Partime ve bana karşı tehditlerinizden korkmadım ama bu vurdum duymazlık beni korkutuyor.
AKŞENER’DEN ERDOĞAN’A: DUT PEKMEZİ YEMEK TEDBİR DEĞİLDİR
Dünya Çin’den yayılan bir virüse karşı ayakta Çin’de yaşananları gördükten sonra acaba biz ne kadar hazırlıklıyız diye sormamız gerekiyor? SARS, Domuz gribi, koronavirüsü… Dünya doğal kaynaklarını tüketip metropollere sıkıştıkça salgın hastalıkların ardı arkası kesilmiyor. Soruyorum; Olası bir salgında sağlık çalışanlarımız ne yapacaklarını biliyor mu? Rusya, ABD aşı geliştiriyor. Türkiye’de herhangi bir kurum bu senaryoya karşı bir önlem alıyor mu? Sorduk ne önlem aldınız dedik, yolcuları termal kamerayla kontrol ediyoruz dediler.
Ateşi olmayan geçip gidiyor. Bu virüsün kuluçka dönemi 15 gün. Sağlam geçen biri 10 gün sonra fenalaşabilir. Önlem dediğiniz bu mu? Olası bir salgında hangi bölgelere çadır hastaneler kurulacak? Bunların planları var mı? Ölümcül virüslere karşı dut pekmezi yemek tedbir değildir.
YİTİRDİĞİMİZ CANLARDAN NE ZAMAN DERS ALACAKSINIZ?
Maske, serum ve ilaç stoğu yapılıyor mu? Olası bir salgında hastanelerin kapasitesi yetmiyor. Soruyorum hangi bölgelere çadır hastaneler kurulacak bunların planları var mı? İş işten geçtikten sonra ailelere baş sağlığına gitmek tedbir değildir. Cenazalere katılmak, evi yıkılanlara ev tahsis etmek tedbir değildir. Ölümcül virüslere karşı dut pekmezi yemek de tedbir değildir. Tedbir almak felaket başa gelen gelmeden çalışmak en kötü senaryoya göre çalışmaktır. Tabii ağaların keyfi yerinde… Virüs gelirse o zaman düşünürüz diyorlar. Deprem olursa, çığ düşerse, uçak kazası olursa o zaman düşünürüz diyorlar. Tedbirli olmak bu kadar zor mu? Peki yitirdiğimiz canlardan ne zaman ders alacaksınız.
Biz artık alınan önlemler sayesinde can kaybı yaşanmadı gibi cümleler duymak istiyoruz. Yaralıların 5 dakika içinde hastaneye nakledildiğini duymak istiyoruz. Sorumluların ekrana çıkıp ağlamasını değil, deprem oldu ama bir tane bile bina yıkılmadı demelerini bekliyoruz.
Bunları sadece eleştirmek için değil bir seferberliğin başlaması için söylüyorum. Bakın uzmanlar İstanbul depremi konusunda uyarıyor, İstanbul’da yaşanacak bir felaket sadece İstanbul’u yıkıp geçmez tüm Türkiye’yi, tüm ülkenin ekonomisini de yıkıp geçer. Şimdiye dek atılan adımların yetersiz olduğu aşikar. Bu kadar önemli bir konuyu siyasi polemik hale getirmek istemiyorum. İstanbul’un siyasi polemiklerle kaybedecek vakti yok. Kanal İstanbul’u değil, İstanbul’u depremden nasıl koruyacağımızı konuşalım.
Sayın Erdoğan; Günümüz teknolojisi depreme karşı güven içinde yaşayabilmemizi sağlayan her türlü aracı sunuyor. Sorun belli çözüm belli. Kanal İstanbul için seferber olacağımıza gelin kentsel dönüşüm seferberliği başlatalım. Rant konuşacağımıza gelin İstanbul’daki binalara sismik izolatör sistemlerinin nasıl entegre edeceğimizi konuşalım. Gelin, gereken adımları atalım, “İstanbul depreme hazır.” diyelim.
Önce tedbirimizi alalım, şehirlerimizi deprem felaketine karşı koruyalım. Ondan sonra ne kadar fantastik projen varsa getir tartışalım.
İstersen, Karadeniz’den Akdeniz’e kanal projesi getir, Onu tartışalım. İstersen, İstanbul’dan Diyarbakır’a tüp geçit projesi getir, Onu tartışalım. İstersen, Mersin’den Mısır’a köprü projesi getir, Onu tartışalım.
İstersen, damadının “Biz dersek vatandaş inanır.” dediği; Ankara’dan Ay’a duble yol projesini getir, Onu tartışalım. Ama önce milletin canını güvence altına alalım.
“İŞTE MİLLETİN ADAMININ GELDİĞİ SON DURUM”
Aziz milletim;
Israrla söylediğim gibi; biz, bütün kurum ve makamlara, işinin ehli insanların oturtulması gerektiğine inanıyoruz. Milletimiz, kurumları liyakatsiz eşle, dostla, partililerle dolduranlar yüzünden, daha fazla eziyet çekmesin istiyoruz. İnsanlarımızın kaderi, gençlerimizin umutları, beceriksiz damatların rüyalarına, kurban edilmesin istiyoruz.
Bizim meselemiz, bir siyasi fırsat meselesi değil, Bizim meselemiz, bir memleket meselesidir. Ve memleket meselelerini çözebilmek, liyakatli yöneticilerin yapabileceği iştir. Gün artık, beceriksizlerin elinde, devleti devlet olmaktan çıkaran iktidara, oturdukları makamların önemini hatırlatma günüdür. Gün artık, milletin feryadına kulaklarını tıkayanlara, milletin sesini duyurma günüdür. Fakat her şeyden önce, Sayın Erdoğan’a, milletin yüreğine ateş düşerken, Cumhurbaşkanı olarak nasıl davranması gerektiğini öğretmemiz gerekiyor.
Van’daki çığ felaketi sırasında, televizyon ekranlarını hatırlayın. İkiye bölünmüş ekranın bir tarafında, arama-kurtarma görüntüleri, diğer yandaysa, Sayın Erdoğan’ın Kırıkkale mitingi vardı. Milletin aklı, yüreği Bahçesaray’dayken, ülkenin Cumhurbaşkanı aynen şunları söyledi; “Çığdan yeni bir haber geldi. Çığ altında kalanların sayısı 33 oldu. Allah rahmet eylesin. Maalesef çığ, heyelan, tüm bunlar hep tehditler. Biz, Van’da TOKİ vasıtasıyla bugüne kadar, 4794 konut inşa ettik. 927 konutun ise yapımı sürüyor.”
İnsanın aklı almıyor, inanası gelmiyor. Çığ altındaki vatandaşlarımızın kurtulması için, gözümüzün kulağımızın Van’da olduğu saatlerde, bu ülkenin Cumhurbaşkanı: TOKİ’den, inşaattan bahsediyor; üstüne üstlük mitingi de, “Size keyif çayı getirdim.” diyerek, toplanan vatandaşlara, çay paketleri atarak bitiriyor.
İşte size, “Milletin adamının” geldiği son durum… İşte size, ülkeyi inşaat şantiyesi olarak gören Sayın Erdoğan’ın; milletin acılarıyla, “TOKİ, inşaat…” diyerek kurduğu empati… Yazıklar olsun.
“DAMAT BEY ÖZEL BİR ŞİRKETTE GENEL MÜDÜR YARDIMCISI OLSAYDI…”
Dava arkadaşlarım;
Hep altını çiziyorum; “Liyakat çok önemli.” diyorum.
“Devleti liyakat sahibi insanlar yönetirse, sorunları değil, çözümleri konuşuruz.” diyorum. Dinimiz bunu emreder, Türk devlet geleneği bunu söyler… Allah-u Teala, Nisa Süresi 58. Ayette: “Allah size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi, ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman, adaletle hükmetmenizi emreder.” buyuruyor.
Dikkat edin, emaneti “yakınına, akrabana, senden olana ver.” demiyor, “ehline ver.” diyor. Türk Devlet geleneğinde ayrı bir yeri olan Koçi Bey’in, dördüncü Murat’a danışmanlık yaptığı zamanda kaleme aldığı,
Koçi Bey Risalesi’nde de, liyakat vurgusunu görürsünüz. Liyakatsizliğin, koca bir imparatorluğu çöküşe götüreceğini belirten Koçi Bey der ki: “Yüksek makamların şunun bunun aracılığı ile verilmesi doğru değildir. En bilgilisi hangisi ise ona verilmesi gerekir.” 18 yıllık Ak Parti iktidarları tüm açıklığıyla bize gösterdi ki; Liyakat meselesi, ülkemizin kanayan yarası olduğu gibi, aynı zamanda sorunlarımızdan kurtulmamız için gerekli, en önemli anahtarlardan biridir.
Bir göreve atama yapacaksan iki özelliğe bakacaksın: “Vatanına milletine sadık mı?” “İşinin ehli mi?” İktidar ise, bu iki şartı aramak yerine, tek bir kriterle atama yapıyor: “Bana sadık mı?” Bunun için mülakat sistemi getirdiler. Sınavdan düşük not alsan da, eğer Ak Parti’ye sadıksan, iş senin. Eğer farklı bir siyasi görüşün varsa, “Otur, sıfır.”
Biliyorsunuz Sayın Erdoğan, her ne kadar patronluk kariyeri tartışmalı olsa da; kendisini, bir şirket patronu gibi görmeyi çok sever… O zaman, kendisine durumu bir de şöyle anlatalım: Sayın Erdoğan; Her şirket sahibi, ve hissedarlar, yatırımlarını garanti altına almak, kazançlarını arttırmak ister. Şirket büyürse patron kazanır, hissedar kazanır. Şirketlerin büyümelerinin anahtarı da, sahip oldukları, yetkin insan kaynağıdır.
Günümüzde, insan kaynakları departmanlarının, şirketlerin en çok önem verdiği birimler arasında yer alması, tam olarak bu nedenledir. Çünkü insan kaynaklarının görevi, şirketlere doğru adayları bulmakla sınırlı değildir. Birçok işinin yanında, aynı zamanda çalışanların performansını ölçer. Her çalışanın, şirket vizyonu ve hedefleriyle uyumlu şekilde, bireysel hedeflerini belirler.
Çalışanların başarısını da, bu hedeflere göre objektif olarak değerlendirir. Başarılı çalışanları terfi ettirir, başarısız olanları ise ya değiştirir, veya onların da başarılı olabilmeleri için doğru yolu gösterir. 50 milyon ciro yapan şirketlerin sahiplerinde bile bu anlayış varken, 750 milyar dolarlık ekonomisi olan Türkiye’yi yöneten Sayın Erdoğan’da, bu anlayışı maalesef göremiyoruz.
Tarımı kalkındıracak yüzlerce aday varken, tarımı batıran bir adamı bakan yaptı. Ekonomiyi çok daha iyi yönetecek yüzlerce aday varken, konuyla ilgili en ufak bir fikri olmayan damadını bakan yaptı. Yaptığı yetmiyormuş gibi, bu arkadaşları tüm başarısızlıklarına rağmen, yerlerinde tutuyor. Neden bu kadar rahatlar biliyor musunuz?
Çünkü Türkiye kaybettiğinde, o paralar kendi ceplerinden çıkmıyor. O paralar milletin cebinden çıkıyor, kendi sefaları bozulmuyor, o yüzden umurlarında bile değil. Türkiye borca batmış, umurlarında değil. Damat beşinci kez hedef tutturamamış, umurlarında değil. İnsanlar işsiz, eziyet çekiyor umurlarında değil.
Bakın; Damat Bey, şans eseri özel bir şirkette finanstan sorumlu genel müdür yardımcısı olsaydı ve sunum yapsaydı:
“Şirketimizi gelecek yıl %50 büyüteceğim.” deyip; bir yıl sonunda şirketi krize soksaydı… Dediği ne varsa, tersi olsaydı… Damat Bey’i o koltukta oturturlar mıydı? Damat Bey, “Dolar 5 liranın altına inecek.” dedi, dolar 6 liranın üzerine çıktı. “Enflasyon düşecek.” dedi, o kadar kurcalamasına rağmen, enflasyon yüzde 12 buçuğa fırladı.
Sayın Erdoğan; Damadını çok beğeniyorsan, git kendin şirket kur, onu batırsın. Milletin rızkıyla daha fazla oyun oynatma. Unutma ki; Türkiye şirketinin sahibi bu aziz millettir. Ya damadını görevden alır, ekonomiyi işi bilen birine teslim edersin; ya da bu millet, seni de damadınla birlikte kapının önüne koyar, bilesin. Söylemedi deme…
“ERDOĞAN İLE BENİM ARAMDAKİ FARK…”
Aziz milletim;
Sayın Erdoğan’la benim aramdaki fark nedir, biliyor musunuz? Sayın Erdoğan’ın derdi, eşine, dostuna, akrabasına hayat yaşatmaktır; benim derdim, itilip kakılan, sesi duyulmayan milyonları hak ettikleri gibi mutlu yaşatmaktır. Sayın Erdoğan, tüm kuvvetler kendinde toplansın istiyor; Ben, kuvvetler ayrılığı diyorum. Sayın Erdoğan, “Yargı bana bağlı olsun.” diyor; Ben, “Yargı bağımsız, kararları adaletli olsun.” diyorum. Sayın Erdoğan, “Meclis bana bağlı olsun, her vekil vicdanını bana teslim etsin.” diyor; Ben, “Meclis millete bağlı olsun, her vekil vicdanını seçmenine teslim etsin.” diyorum. Sayın Erdoğan, “medya bana bağlı olsun.” diyor, tüm yanlışları gizlesin, Kızılay rezaletinin bile üstünü örtsün istiyor; Ben, medya bağımsız olsun ki, hırsızlar, arsızlar bu ülkede, bu kadar rahat gezemesin istiyorum.
Sayın Erdoğan, ekonomiyi, beceriksiz damadına emanet ediyor; Ben, “Yetişmiş dünya çapında ekonomistlerimiz var.” diyorum. Vatandaşımız yetkiyi bize verdiğinde; İYİ Parti’nin işi ehline vereceğinden hiç kimsenin şüphesi olmasın.
Milletimiz bize iktidar sorumluluğunu verdiğinde, devlet nezdinde çeşitli görevlere talip olan tüm vatandaşlarımızı; siyasi görüşüne, etnik kökenine, dini inancına, yaşam biçimine bakmadan, sadece bilgi, yetenek ve tecrübeleri ile değerlendirmek, ve bu yapıyı şeffaf bir şekilde kurmak, İYİ Parti olarak tüm vatandaşlarımıza sözümüzdür.
İKTİDAR İLE İLKER BAŞBUĞ’UN FETÖ TARTIŞMASI
Değerli milletvekilleri;
Geçtiğimiz hafta, Sayın Erdoğan ile Sayın Başbuğ arasında yaşanan tartışmayı biliyorsunuz. Biz bu tartışmada, şahıslarla değil, kurumlarla ilgiliyiz. Biz bu tartışmada, kimin ekmeğine yağ sürüldüğüyle ilgiliyiz.
Bu tartışma, fetöyle mücadele edenlere mi, yoksa bizzat fetönün kendisine mi yarıyor? Biz, işte bu sorunun cevabıyla ilgiliyiz. Meclise adım attığımız günden beri verdiğimiz önergelerle, FETÖ’nün siyasi ayağının araştırılmasını istedik. Bizzat şahit olduğunuz gibi, kendileri dışında herkesi fetöcü ilan eden Ak Parti ve küçük ortak, bu önergelerimizi her defasında reddetti. Şimdiyse, fetö tezgahlarının mağdurlarından, Genelkurmay eski Başkanı,
2009 yılında yapılan bir yasa değişikliğine, gece yarısı yapılan bir eke dikkat çekti. “Askerlerin sivil mahkemelerde yargılanmasının önünü açan düzenlemeyi, bizzat fetönün istediğini” söyledi.
Karşılığında aldığı cevap, Ak Parti milletvekillerine, “Gidin dava açın.” çağrısı oldu. Oysa o sözler, bir yorum değil, bir durum tespitiydi. Türk Ordusu’na kurulan tuzağın, nedenini sorgulayan sözlerdi. İşin ilginç yanı, aslında Sayın Erdoğan’ın da kabul ettiği bir sürece işaret ediyordu.
Sayın Erdoğan çıkıp, ne demişti?
“Kandırıldık. Önce Allah, sonra milletim bizi affetsin.” Türkiye’yi, 15 Temmuz ihanetine götüren sürecin gerçekleri ortadayken, kurumlarımızı yıpratacak yeni hamlelere, yeni sözlere karşı dikkatli olmalısınız. Kurumlarımızın daha fazla yıpratılmasına izin veremeyiz. İhtiyacımız olan, fetöyü sevindirecek kavgalar değildir. İhtiyacımız olan, fetönün siyasi ayağını ortaya çıkarıp, siyasetimizi bu kirden, bu pastan temizlemektir.
Bu, samimiyet ister. Bu, kararlılık ister. Bu, her tür hesaptan arınmış, cesur adımlar ister. Biz buna varız. Buyurun, bir kez daha çağrı yapıyorum; Madem bizim önergelerimize destek vermiyorsunuz, O zaman, siz bir önerge verin, “FETÖ’nün siyasi ayağını araştıralım.” deyin, biz, sizin önergenize destek verelim. Çünkü Türkiye’nin bu hesabı artık kapatması lazım. Kapatmadıkça, bu yara kanamaya devam edecektir.
Aziz milletim, sevgili gençler;
Biz, kanayan yaralarımız olmasın istiyoruz. Biz, Türkiye tedavilere değil, refaha, zenginliğe, huzura kafa yorsun istiyoruz. Biz, milletimiz, hakkına, hukukuna kavuşsun istiyoruz. Biz, milletimiz, Saray zenginlerinin şatafatına değil, evlatlarının geleceğine çalışsın istiyoruz. Biz, Türkiye hakkaniyetle idare edilsin, millet yeniden velinimet olsun istiyoruz. Biz, tüm bunların, Sayın Erdoğan’ın iki dudağı arasına hapsedilmiş, bu uyduruk sistemle değil, İyileştirilmiş ve Güçlendirilmiş Parlamenter Sistemle mümkün olacağını görüyoruz.
Yol arkadaşlarım; Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin kendilerine verdiği özgüven ve kibirle, iktidar mensupları, ipin ucunu artık iyice kaçırdı. Biliyorsunuz bir baba, “Çocuklarım aç.” diyerek, kendini ateşe verdi.
Bu acı yüreğimizi dağlarken, Ak Partili bir meclis üyesi çıkıp dedi ki; “Kimse açlıktan kendini yakmaz. Öyle olsaydı, Afrika ülkelerinde insan kalmazdı. Böyle ucuz siyasi manevraları, millet yemez.” Şu sözlere bakar mısınız? Şu insanlığa bakar mısınız? Şu vicdana bakar mısınız? İşte bu, milletine yabancılaşmış, milletiyle bağını koparmış bir iktidarın, tüm hücrelerine sinmiş nobranlığın, kibrin ispatıdır.
Ünlü yönetmen Ingmar Bergman’a soruyorlar: “Her şey kötüye gidiyor, insanlığı ne kurtaracak?”
Bergman da “Utanmak.” diyor. “İnsanlığı, utanmak kurtaracak.” diyor. Ar damarı çatlamışların, artık Türkiye’ye verecek bir şeyi kalmadı. Evlatları aç diye, kendini yakan bir babanın, önünde boynunu bükmek yerine, bir de laf yetiştiren utanmazlığın Türkiye’ye verebileceği bir şey kalmadı.
Biz biliriz ki; “Allahtan korkmayan, kuldan utanmaz.” Onlar utanmadıkça, harçlık veremeyen babalar, çocuklarının yüzüne bakmaya utanıyor. Onlar utanmadıkça, evladının önüne iki kap yemeği koyamayan, analar utanıyor.
Onlar utanmadıkça, dardaki babasından, harçlık istemek zorunda kalan, işsiz gençlerimiz utanıyor. Onlar utanmadıkça, ben utanıyorum. Onlar utanmadıkça, koca bir memleket utanıyor.
Biz, Allah’tan korkuyoruz. Biz, yeniden ve hep birlikte o ipin ucunu tutalım ve ayağa kalkalım istiyoruz. Şundan emin olun, milletimiz artık her şeyin farkında. Bu büyük millet, sandıkta bu utanmazlığa öyle bir ders verecek ki, yarın vatandaşımızın yüzüne bakmaya onlar utanacak.
MUSTAFA AKINCI’YA SERT TEPKİ!
Dava arkadaşlarım; Sözlerime son verirken, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ndeki bir başka utanmaza değinmek istiyorum. Türkiye’yi işgalci gibi tarif edebilen, Hatay’la kavuşmamızda büyük emeği olan Tayfur Sökmen’e laf söyleyebilen, bir başka utanmaz: Mustafa Akıncı. Rahmetli Rauf Denktaş’a hakaret etmeye utanmayan Ak Parti politikalarının eseri: Mustafa Akıncı. Kendisine en güzel cevabı rahmetli Rauf Denktaş veriyor:
“Üzerinde hür yaşayalım diye canlarını kanlarını vermiş olan insanların, bize bırakmış oldukları toprakları, mirasyedi gibi ne satabiliriz, ne de bırakıp kaçabiliriz. Sonuna kadar koruyacağız.”
Ben, Kıbrıs Türklüğü’ne inanıyorum. Ben, bu sözleri şiar olarak benimseyen, Kıbrıs Türklerine güveniyorum. Ankara’daki beceriksizlere, Lefkoşa’daki utanmazlara rağmen, Kıbrıs davamızı onların ayakta tutacaklarından eminim. Neymiş? Beyefendi, Kıbrıs Türklerinin özgürlüğünü temsil eden, o kutlu sözleri beğenmiyormuş. Neymiş?
1950’lerin sloganıymış… Neymiş? Artık hükmü yokmuş, bugüne uygun değilmiş… Hayırdır Mustafa Bey? Bayrak indi de, bizim mi haberimiz mi yok? Slogan deyip geçtiğin o sözler, işkembeden atılmadı. O sözler, o bayrak oraya dikildiği gün, koca bir milletin yüreğinden kopup söylendi. İşte o nedenle, herkes sussa da biz susmayacağız, ve Mustafa Akıncı gibi rahatsız olanlara inat, diyeceğiz ki:
KIBRIS TÜRKTÜR, TÜRK KALACAK!
Ve her zaman, her yerde;
NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE!
NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE!
NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE!
Kaynak Yeniçağ Gazetesi