Sorun: Halkımızın Derdine Derman Olmaktır!
Halk için dertli olmak, halkın için davanın peşinde olmak.
Hastasını tanımayan doktordan hastaya derman bulamadığı gibi, Bulgaristan Türklerini tanımayan aşı “liderlerden” dertlerimize derman gelmeyeceğine inanmış bulunuyoruz. 142 yıl önce özümüzden koparılan bizler, soyundan ayrılan ve yabancı menfaatlerine kiralananların emrinde boynu bükük kal sakta mücadelemizden vaz geçmedik.
Ayakta kalanların gönlünde ümmet kabuğundan çıkıp Türk olarak yeşerme ve yeni ateşimiz yandı. Ateş ateşle karışır büyük ateş olur diyenler oldu.
Nitekim daha 1879’da, Osmanlıya hukuksal ve ekonomik bağımlılık devam ederken, Bulgar Prensliğinde yaşamayı seçen Hıristiyanlar ve Müslümanlar ile arasına sınırlar çizildi. Bu çizginin bir tarafında Türkler, Pomaklar, Tatarlar ve Roman-Millet kaldık. Ve bu çizgi yalnız köyleri, mezarlıkları, meraları, tarlaları ve koruları birbirinden ayırmıyor, tarihe ve ruhsal dünya içine uzanıyor ve kendi bilinciyle yaşamak isteyen insanları ve toplulukları birbirinden ayırıyordu.
Düne kadar ümmet kabuğunda birlikte kardeş gibi yaşayanlar artık bir daha asla kardeşleşmeyecekmiş gibi bekayı çatlatıp içinde çok derin bir hendek açmayı düşünüyorlardı.
Oysa bu ırkların hepsi Altaylarda doğup biçimlenen ve Orta Asya’dan Tengricilik ilhamıyla çıkan boyların hayat çizgisini takip ederek buralara gelenlerdir. Burada bulunan Osmanlı Türkleri Karahanlı devleti (840) ve Oğuzlar ardından da Büyük Selçuk Devletinin (1038) devamı olanlar İslam dinini kabul ederken, Proto-Bulgarlar da Tuna boylarına indikten sonra 864’ten başlayarak vaftiz etmeye zorlanmışlardı. Aynı kök suyundan gelen bu insanların normal geleneklerinin aynı olduğu düşünüldüğünde, 500 sene de Osmanlı çatısı altında omuz omuza yaşamalarına karşın, 1878’de yeni subaşında farklı dünyaların insanları olarak karşılaşmışlardı sanki.
Osmanlı’dan da koparılan topraklarda yaşayanlara ilk hukuksal bakış 1878 Berlin Konferansında oluşmuş ve Bulgaristan Türkleri adını alırken bunların bireysel ve dini haklarda eşitlik esas alınmıştır. Burada kişisel özgürlük her etnikten insanların kendisi olabilmesi ve kimliğini koruyup geliştirmesi anlamındadır. Dini toplulukların ise kendi liderlerini kendilerinin seçebilmesi ve örgütsel yapılanmayı istedikleri şekilde belirlemesi esasındadır. Önemli olan üçüncü sorun bu da toplu haklar yani azınlık haklarıdır. Kısa sürede azınlık durumuna düşürülen Türklerin canını, malını, namus ve şerefini garanti altına alacak, geniş ferdi hak ve özgürlükler sağlanmış görünse de, hepsi yasalarda kalmıştır.
Tarihsel bilince “Eğilen Baş kesilmez” inancıyla yükselen Bulgarlar, Rus-Türk savaşından sonra başkaldırmış, Osmanlı’sız ve Türkler’siz bir bekaya yelken açmıştır.
Özgür iradelerinde, davranış ve eylemlerinde sorumsuzluk ve Türklere karşı işlenen suçlardan hesap sorulmaz inancı her geçen günle güçlenmiş ve değişen Bulgarların karakter çizgisi olmuştur. Bulgarların Türklere karşı düşmanlığını en kalın karakter çizgisi olarak oluşturma mücadelesinde, Osmanlıdan bağımlı Prenslik döneminde (1879-1909) 25 başbakan ve 2 Prens değişmiş, Anayasa ve yasalarda yüzlerce değişiklik yapılmıştır.
Bağımsız devletlerini Bulgarlardan daha önce kuran Yunanlar ve Sırplar bu işlerde küstahlaşan açgözlü Bulgarlara kötü örnek olmuştur. Büyük savaşta ve sonraki yıllarda 1 milyon Müslüman Bulgaristan’ı terk ederken, postu Anadolu’ya atmak tek umut olmuş, harap köy ve kentlerden Türkler Doğuya akmıştır. O katliam yıllarında, Bulgaristan Türk halkının yarası ancak Osmanlı bağrında savar inanç ve bilinci hareket gücü olmuş ve halkımız zafer yolu geri çekilmekten geçer duyumuna sığınmıştır.
Şu bir gerçektir. Vatanımız Ruslar tarafından işgal edildi bilinci ve ruh hali Türklerde, Bulgarlardan önce uyanıp pekişmiştir. Bulgar’ın “kurtuluş” masallarına inanması ve Rusya köleliğini kabul etmesi, milli uyanış döneminin “özgürlük, eşitlik, bağımsızlık ve egemenlik” hayallerinin ebediyen baltalandığı duyum ve bilinci oluşmasını engellerken, işgal edilen sınırların içinde kalan, 2 ana nüfus topluluğu olan Bulgar ve Türklerin arasını tamamen açmıştır.
Bulgaristan Türkü için 1000 yıllık Vatan Rus İmparatorluğu tarafından işgal edilmişti. Ruse-Rusçuğa bağlı “Vyatovo” /Vetova/ yerleşim merkezi Tatarları Tuna nehrinin güneyine Moollarla gelmişken, Sarı Saltuk Türkleri de Güney Dobruca’da Selçuklular devrinde temelleri atmıştır.
Ne var ki Berlin Konferansında adına Bulgar Prensliği denen topraklar artık Osmanlı Konaklarına yerleşen, ruhları hem Bulgar’a hem de Müslümanlara yabancı Prenseler, Krallar ve Naipler tarafından yönetilecektir.
XIX. Yüzyılda uyanan Bulgar milli duyguları ile bağımsız yaşama arzusu İmparator II. Aleksandır’ın “sıcak denizlere çıkma” tuzağına düşmüş ve yok edilecektir. Fakat Bulgarlar bunun farkında bile değillerdi.
Bu planların içinde işgal edilen topraklardaki Müslüman nüfusa ancak “toprak köleliği” öngörülmüştü. Bu sinsi plan, Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa bahçesi olan Rusçuk eyaletini birlikte modernleştiren Bulgarlar ve Türkleri tarihsel ilerleme yolunda 200 yıl geri itme anlamına geliyordu. “Güney Tuna Eyaleti” tasarımının anlamı buydu. İyi ki o dönem Osmanlı bu planın uygulanmasına engel oldu.
İşgal altına düşen Bulgar halkının hayalinde 1776’Amerikan ve 1789 Fransız devrimleri anlatımlarından oluşan bir özgürlük, gücünü halktan alan bir demokrasi biçimi vardı.
Yeni devrin öncülüğüne savunan, 1200’ü öğrenimini İstanbul “Robert Kolej” de ve onlardan 368’i bir üst lisansı Avrupa’da gören Bulgar aydınların hayalindeki özlem buydu. İnanç ve ibadet özgürlüklerini güvence altına alan, bütün vatandaşları aynı devlette birleştiren ve adına “eşit insan hakları” denen ülkünün anlamındaki beklenti buydu. Ne yazık ki, o zaman Bulgaristan’da bu ülküyü yönetecek bir lideri hayata çağıran ortam yoktu.
Büyük savaştan sonra, Bulgaristan’da kalan Müslüman azınlıktan hiçbir kimse toprakların işgal edilmesinden büyük tehlikenin beyinlerin işgal edilmesi ve Müslüman Türk kimliğinin değiştirilmesi olacağını aklının ucundan bile geçirmiyordu. Tırnova Anayasında gücünü Tanrı’dan almayacak bir devlet biçimi ilan edilmiş, laiklik ilkesiyle dinin politikadan, hukuktan ve devlet işlerinden uzak durması garanti altına alınmış, inanç ve ibadet özgürlüğüne yasal güvence verilmişti. Aslında bu yapılanma Çarlık Rusyası’nın dünya görüşünden 50 yıl ileriydi.
1879’da III. Bulgar Devletinin Birinci Anayasası ilan edildi.
Dili ve milleti Bulgar olan bir devlet kurulacaktı. Ülkede milli azınlıklar da yaşayacak ama devletten ve kurumlarından hak iddiasından bulunmadan, ancak kendi yağlarıyla kavrulacaklardı. Kültürü yatay, millet olarak ham, tarihsel geçmişi çok kırılgan olan Bulgarlar devletini Avrupa Büyük Devletleri asilzadelerinden seçilecek, Osmanlı Padişahının onaylayacağı bir Prens yönetecekti. Bu Avrupa soylusunun Müslüman Bulgaristan Türkleri lehinde bir şeyler yapmasını beklemek ta baştan yanlıştı. Öyle de oldu.
Sofya’daki Osmanlı Beylerbeyi Konağına yerleşen ilk Bulgar Prensi Aleksandır Batenberg, 1877-1878 Savaşında Rus subayı apoletli, at üstünde Koca Balkan’ın “Şipka” tepesine çıkmıştı.
Bulgaristan Türklerinden kimseyi tanımadan 1886’da tahtını ve ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. Bulgar tarihinde 1885’te Doğu Rumeli’yi ilhak eden Prens olarak anılır. Sofya parlamento binasının kapısı üzerindeki cümle, “Birleşmeden Güç Doğar” sloganı onun zamanından kalmıştır. Bu birleşmenin anlamı Türklerle Bulgarların ve diğer azınlıkların birleşmesinden değil, ilhak ve işgal edilecek yeni Osmanlı topraklarının “eski Bulgaristan” adıyla bilinen Prenslik topraklarına birleşmesinden güç doğar anlamındadır.
22 Eylül 1908’de Bulgaristan Osmanlı’dan koparıldı.
Onun yerine geçen yine Avrupa soylularından Ferdinand Sakskoburrgotski 22 Eylül 1908’de Bulgaristan’ı bağımsız Çarlık ilan ederek, Osmanlı İmparatorluğundan kopardı.
1912’de Osmanlı devletine savaş açtı. Bir yıl sonra Birinci Dünya Savaşı’na girdi. Başlattığı ve katıldığı bütün savaşları kaybetti. Bulgaristan halkını felakete sürükledi. 1918’de tacını çıkarıp oğlu III. Boris’se giydirdi ve bir daha dönmemek üzere Bulgaristan’ı terk etti.
Rodop Türkleri Edirne çarpışmalarında Osmanlı Ordusu saflarında çarpışırken, Deliorman Türkleri Bulgar Ordusuna katılmaya zorlandı.
Birinci Dünya Savaşında Makedonya Cephesi’ne sürülen Bulgaristan Türkleri 10 bin kişiden fazla ölü verdi. Bu 2 savaşta Bulgaristan Türkleri Çar Ferdinand’ın serüvenci saldırı savaşlarına karşı tepki gösterse de, son umut hep Osmanlıyı ayakta tutma hevesiyle Rodoplu ve Deliormanlı gençler 1915’te Çanakkale’ye yardıma koştular.
Bulgaristan’da İlk defa devlet gücünü Müslüman azınlığı asimile etmek için kullanıldı.
Bulgar tarihinde yüzkarası ve XX. yüzyıla kara leke olan ırkçılık, katliam ve devlet gücü kullanarak Müslüman azınlığı asimile etme siyaseti, Çar Ferdinand yönetiminde, 1913’e gerçekleşti. Batı Rodoplar’da Karasu (Mesta) ırmağı boyunda, Rila, Pirin Dağları bölgesinde, “Çeç” vadilerinde, Devin, Madan, Rudozem, Nedelino, Smolyan (Paşmaklı) kazalarında ikamet eden 250 bin Müslüman Pomak’ın ismi ve dini zorla değiştirildi. Berlin Konferansı kararları, Anayasa, yasalar ve ikili anlaşmalar askıya alınmış ve Müslüman katliamı ve soykırım başlamıştı. Pomaklardan birçoğu Ege boylarına ve Anadolu’ya geçti. Minareler yıkıldı, medreseler kapatıldı bir çoğu yakıldı, camiler kiliseye çevrildi…
Liderler bir ihtiyaç olarak sahneye çıkar.
İşte bu çok çileli durumda o zaman daha Binbaşı olan Mustafa Kemal Bey (27 Ekim 1913 – 20 Ocak 1915 tarihleri arasında) Osmanlı İmparatorluğunun Sofya Büyükelçiliğinde Askeri Ateşe olarak görev yapmaktaydı. Pomak Türklerinin başına gelen bu vahşet, zulüm ve katliama tanık olur ve onlarla temasa geçip yardım etme kararı alır. İnsan aklı her durumu çözer ve çıkış yolu bulur, kıstasından hareketle, adı soykırım olan bu seri cinayeti kınayan Bulgar politik çevrelerle anlaşır. Aynı yıl (1913) yapılacak olan genel seçimlerde Pomak oylarına karşı, zorla değiştirilen Türk isimlerinin ve din haklarının geri verilmesi koşuluyla Liberal Parti (Radostlavıst) Başkanı Vasil Radostlavov ile mutabık kalır. Radoslavov Pomak oylarıyla seçimleri kazanır. Başbakan olur. Pomakların isimleri ve din hakları Çar Ferdinan’da rağmen iade edilir. İşte burada ilk defa bürokrasinin ve lobiciliğin ne kadar önemli olduğu ortaya çıkar.
Bu zaferin politik anlamı çok derindir.
Pomaklar ilk kez olmak üzere, politik kimliklerini sahneye çıkararak, Bulgar Çarlığında kitlesel bir biçimde seçime katılır, 24 Müslüman milletvekili meclise girer. Bulgarların ırkçı milliyetçiliği ilk yenilgisini alır ve 2020 itibarıyla bu zafer zincirine 12 gurur ve şeref yıldızı eklenir.
Bulgaristan’da yeri, soyu, dili dini, gelenekleri beli bir Müslüman Türk Pomak topluluğu oluşur ve güçlenir. Bu zaferin oluşum yolunu açan büyük önder Mustafa Kemal’dir. O tarihten sonra defalarca sıkıntılı günler yaşayan Pomaklar her defasında minarelerinde Ay Yıldızlı Kırmızı sancak dalgalandırmışlardır. Bu halen devam etmektedir.
Bu büyük zafer Bulgaristan Türklerinin Türk kimliği ile yaşama mücadelesinde çok önemli bir adım olmuştur. Tüm devlet gücü elinde olmasına rağmen Bulgarlar geriletilmiş ve istememelerine rağmen yaptıkları soykırımı isimleri geri vermek zorunda kalmışlardır. Ne var ki utanç verici durumdan ders almadılar ve bu küstahlığı daha sonra da defalarca denemekten çekinmediler ve soykırımı denemeleriyle Müslüman azınlığı inandıkları yalanlarla asimile etmeyi denemekten hala vazgeçmediler.
Bulgaristan Müslümanlarının ilk doğal lideri Mustafa Kemal ATATÜRK olmuştur.
1913 zaferiyle Bulgaristan Türkleri tarihinde “öndersiz dönem” diyebileceğimiz (1878-1913) 30 yıl sona ermiş, umut ilham olup parlamış, sıradan ezilmiş Bulgaristan Müslümanlarının menfaatleri siyasetin en üst seviyesine çıkarılmış ve kimlikli yaşama davamız zorlu bir başarıyla savunulmuştur.
Böylece Mustafa Kemal Bulgaristan Müslümanlarının doğal lideri olmayı hak etmiştir. Bulgaristan Türkleri tarihinde öndersiz dönemden liderli döneme geçiş 1913’te başlamıştır.
Bu dönem, aynı zamanda Bulgaristan Türklerinin tek dilli ve tek milletli Bulgar devleti hayalini reddettiği yıllardır. Görülen gerçekten bilinç doğmuş ve Bulgaristan Türkleri ilk kez Anadolu’ya göç yolunda değil, Sofya devletinden politikalarını değiştirmesi mücadelesinde birleşmişlerdir. Bu dönüşüm ilk liderimiz M. Kemal önderliğinde gerçekleşmiştir.
1913 yakın tarihimizde bir kırılma ve dirilme noktasıdır.
Burada önemle belirtilmesi gereken bir nokta da, bu dönüşümün din adamları, imamlar ve hocalar öncülüğünde değil, dünyevi görüşlü bir subay yönetiminde olması ve Osmanlı ve Bulgar devleti tarihinde ilk kez bir sivil önderin halkın ruhunu birleştirebilmesi açısından da önem taşımasıdır.
Böyle başlayan, dünyevi Türk kimliğiyle sosyalleşme ve politik sahneye çıkma yolunda birleşme dönemi de başlamıştır.
Bu eylemde başı çeken güç erkekler olmuştur. İdeolojik temel ise burjuva devrimleriyle gelen insan haklarının eşitlik ve özgürlük ruhudur. Elde edilen ilk zaferle Bulgaristan Türklerinin 1700 özel okul ve medresede, 2000’den fazla cami ve mescit ve binlerce dönüm vakıf mallıyla manevi hayatımızın ateşine odun atan kalabalık bir öğretmen, okul müdürü, müfettiş, hafız, imam, müftü ve kadı ordusu harekete geçmiştir. Ezilmişliklerinden güç alan bu büyük ordunun ilham kaynağı büyük önder Atatürk’ün emperyalist düşmana karşı zaferleri, egemen ve bağımsız Türkiye Cumhuriyetini ilam etmesi ve derin dönüşümlerle yenilenme yolunu seçmesi olmuştur.
Çok milletli Bulgar Prensliğinde özgür olmak, geleneklere uyarak yaşarken devletin yasama, yürütme ve yargı organlarına katılan aktif vatandaş olmaktan geçiyor, bilinci ilk kez kapı aralamıştı.
(Devam edecek)
BULTÜRK
(Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği
Genel Başkan)
Rafet ULUTURK
Halk için dertli olmak, halkın için davanın peşinde olmak.
Hastasını tanımayan doktordan hastaya derman bulamadığı gibi, Bulgaristan Türklerini tanımayan aşı “liderlerden” dertlerimize derman gelmeyeceğine inanmış bulunuyoruz. 142 yıl önce özümüzden koparılan bizler, soyundan ayrılan ve yabancı menfaatlerine kiralananların emrinde boynu bükük kal sakta mücadelemizden vaz geçmedik.
Ayakta kalanların gönlünde ümmet kabuğundan çıkıp Türk olarak yeşerme ve yeni ateşimiz yandı. Ateş ateşle karışır büyük ateş olur diyenler oldu.
Nitekim daha 1879’da, Osmanlıya hukuksal ve ekonomik bağımlılık devam ederken, Bulgar Prensliğinde yaşamayı seçen Hıristiyanlar ve Müslümanlar ile arasına sınırlar çizildi. Bu çizginin bir tarafında Türkler, Pomaklar, Tatarlar ve Roman-Millet kaldık. Ve bu çizgi yalnız köyleri, mezarlıkları, meraları, tarlaları ve koruları birbirinden ayırmıyor, tarihe ve ruhsal dünya içine uzanıyor ve kendi bilinciyle yaşamak isteyen insanları ve toplulukları birbirinden ayırıyordu.
Düne kadar ümmet kabuğunda birlikte kardeş gibi yaşayanlar artık bir daha asla kardeşleşmeyecekmiş gibi bekayı çatlatıp içinde çok derin bir hendek açmayı düşünüyorlardı.
Oysa bu ırkların hepsi Altaylarda doğup biçimlenen ve Orta Asya’dan Tengricilik ilhamıyla çıkan boyların hayat çizgisini takip ederek buralara gelenlerdir. Burada bulunan Osmanlı Türkleri Karahanlı devleti (840) ve Oğuzlar ardından da Büyük Selçuk Devletinin (1038) devamı olanlar İslam dinini kabul ederken, Proto-Bulgarlar da Tuna boylarına indikten sonra 864’ten başlayarak vaftiz etmeye zorlanmışlardı. Aynı kök suyundan gelen bu insanların normal geleneklerinin aynı olduğu düşünüldüğünde, 500 sene de Osmanlı çatısı altında omuz omuza yaşamalarına karşın, 1878’de yeni subaşında farklı dünyaların insanları olarak karşılaşmışlardı sanki.
Osmanlı’dan da koparılan topraklarda yaşayanlara ilk hukuksal bakış 1878 Berlin Konferansında oluşmuş ve Bulgaristan Türkleri adını alırken bunların bireysel ve dini haklarda eşitlik esas alınmıştır. Burada kişisel özgürlük her etnikten insanların kendisi olabilmesi ve kimliğini koruyup geliştirmesi anlamındadır. Dini toplulukların ise kendi liderlerini kendilerinin seçebilmesi ve örgütsel yapılanmayı istedikleri şekilde belirlemesi esasındadır. Önemli olan üçüncü sorun bu da toplu haklar yani azınlık haklarıdır. Kısa sürede azınlık durumuna düşürülen Türklerin canını, malını, namus ve şerefini garanti altına alacak, geniş ferdi hak ve özgürlükler sağlanmış görünse de, hepsi yasalarda kalmıştır.
Tarihsel bilince “Eğilen Baş kesilmez” inancıyla yükselen Bulgarlar, Rus-Türk savaşından sonra başkaldırmış, Osmanlı’sız ve Türkler’siz bir bekaya yelken açmıştır.
Özgür iradelerinde, davranış ve eylemlerinde sorumsuzluk ve Türklere karşı işlenen suçlardan hesap sorulmaz inancı her geçen günle güçlenmiş ve değişen Bulgarların karakter çizgisi olmuştur. Bulgarların Türklere karşı düşmanlığını en kalın karakter çizgisi olarak oluşturma mücadelesinde, Osmanlıdan bağımlı Prenslik döneminde (1879-1909) 25 başbakan ve 2 Prens değişmiş, Anayasa ve yasalarda yüzlerce değişiklik yapılmıştır.
Bağımsız devletlerini Bulgarlardan daha önce kuran Yunanlar ve Sırplar bu işlerde küstahlaşan açgözlü Bulgarlara kötü örnek olmuştur. Büyük savaşta ve sonraki yıllarda 1 milyon Müslüman Bulgaristan’ı terk ederken, postu Anadolu’ya atmak tek umut olmuş, harap köy ve kentlerden Türkler Doğuya akmıştır. O katliam yıllarında, Bulgaristan Türk halkının yarası ancak Osmanlı bağrında savar inanç ve bilinci hareket gücü olmuş ve halkımız zafer yolu geri çekilmekten geçer duyumuna sığınmıştır.
Şu bir gerçektir. Vatanımız Ruslar tarafından işgal edildi bilinci ve ruh hali Türklerde, Bulgarlardan önce uyanıp pekişmiştir. Bulgar’ın “kurtuluş”
Bulgaristan Türkü için 1000 yıllık Vatan Rus İmparatorluğu tarafından işgal edilmişti. Ruse-Rusçuğa bağlı “Vyatovo” /Vetova/ yerleşim merkezi Tatarları Tuna nehrinin güneyine Moollarla gelmişken, Sarı Saltuk Türkleri de Güney Dobruca’da Selçuklular devrinde temelleri atmıştır.
Ne var ki Berlin Konferansında adına Bulgar Prensliği denen topraklar artık Osmanlı Konaklarına yerleşen, ruhları hem Bulgar’a hem de Müslümanlara yabancı Prenseler, Krallar ve Naipler tarafından yönetilecektir.
XIX. Yüzyılda uyanan Bulgar milli duyguları ile bağımsız yaşama arzusu İmparator II. Aleksandır’ın “sıcak denizlere çıkma” tuzağına düşmüş ve yok edilecektir. Fakat Bulgarlar bunun farkında bile değillerdi.
Bu planların içinde işgal edilen topraklardaki Müslüman nüfusa ancak “toprak köleliği” öngörülmüştü. Bu sinsi plan, Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa bahçesi olan Rusçuk eyaletini birlikte modernleştiren Bulgarlar ve Türkleri tarihsel ilerleme yolunda 200 yıl geri itme anlamına geliyordu. “Güney Tuna Eyaleti” tasarımının anlamı buydu. İyi ki o dönem Osmanlı bu planın uygulanmasına engel oldu.
İşgal altına düşen Bulgar halkının hayalinde 1776’Amerikan ve 1789 Fransız devrimleri anlatımlarından oluşan bir özgürlük, gücünü halktan alan bir demokrasi biçimi vardı.
Yeni devrin öncülüğüne savunan, 1200’ü öğrenimini İstanbul “Robert Kolej” de ve onlardan 368’i bir üst lisansı Avrupa’da gören Bulgar aydınların hayalindeki özlem buydu. İnanç ve ibadet özgürlüklerini güvence altına alan, bütün vatandaşları aynı devlette birleştiren ve adına “eşit insan hakları” denen ülkünün anlamındaki beklenti buydu. Ne yazık ki, o zaman Bulgaristan’da bu ülküyü yönetecek bir lideri hayata çağıran ortam yoktu.
Büyük savaştan sonra, Bulgaristan’da kalan Müslüman azınlıktan hiçbir kimse toprakların işgal edilmesinden büyük tehlikenin beyinlerin işgal edilmesi ve Müslüman Türk kimliğinin değiştirilmesi olacağını aklının ucundan bile geçirmiyordu. Tırnova Anayasında gücünü Tanrı’dan almayacak bir devlet biçimi ilan edilmiş, laiklik ilkesiyle dinin politikadan, hukuktan ve devlet işlerinden uzak durması garanti altına alınmış, inanç ve ibadet özgürlüğüne yasal güvence verilmişti. Aslında bu yapılanma Çarlık Rusyası’nın dünya görüşünden 50 yıl ileriydi.
1879’da III. Bulgar Devletinin Birinci Anayasası ilan edildi.
Dili ve milleti Bulgar olan bir devlet kurulacaktı. Ülkede milli azınlıklar da yaşayacak ama devletten ve kurumlarından hak iddiasından bulunmadan, ancak kendi yağlarıyla kavrulacaklardı. Kültürü yatay, millet olarak ham, tarihsel geçmişi çok kırılgan olan Bulgarlar devletini Avrupa Büyük Devletleri asilzadelerinden seçilecek, Osmanlı Padişahının onaylayacağı bir Prens yönetecekti. Bu Avrupa soylusunun Müslüman Bulgaristan Türkleri lehinde bir şeyler yapmasını beklemek ta baştan yanlıştı. Öyle de oldu.
Sofya’daki Osmanlı Beylerbeyi Konağına yerleşen ilk Bulgar Prensi Aleksandır Batenberg, 1877-1878 Savaşında Rus subayı apoletli, at üstünde Koca Balkan’ın “Şipka” tepesine çıkmıştı.
Bulgaristan Türklerinden kimseyi tanımadan 1886’da tahtını ve ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. Bulgar tarihinde 1885’te Doğu Rumeli’yi ilhak eden Prens olarak anılır. Sofya parlamento binasının kapısı üzerindeki cümle, “Birleşmeden Güç Doğar” sloganı onun zamanından kalmıştır. Bu birleşmenin anlamı Türklerle Bulgarların ve diğer azınlıkların birleşmesinden değil, ilhak ve işgal edilecek yeni Osmanlı topraklarının “eski Bulgaristan” adıyla bilinen Prenslik topraklarına birleşmesinden güç doğar anlamındadır.
22 Eylül 1908’de Bulgaristan Osmanlı’dan koparıldı.
Onun yerine geçen yine Avrupa soylularından Ferdinand Sakskoburrgotski 22 Eylül 1908’de Bulgaristan’ı bağımsız Çarlık ilan ederek, Osmanlı İmparatorluğundan kopardı.
1912’de Osmanlı devletine savaş açtı. Bir yıl sonra Birinci Dünya Savaşı’na girdi. Başlattığı ve katıldığı bütün savaşları kaybetti. Bulgaristan halkını felakete sürükledi. 1918’de tacını çıkarıp oğlu III. Boris’se giydirdi ve bir daha dönmemek üzere Bulgaristan’ı terk etti.
Rodop Türkleri Edirne çarpışmalarında Osmanlı Ordusu saflarında çarpışırken, Deliorman Türkleri Bulgar Ordusuna katılmaya zorlandı.
Birinci Dünya Savaşında Makedonya Cephesi’ne sürülen Bulgaristan Türkleri 10 bin kişiden fazla ölü verdi. Bu 2 savaşta Bulgaristan Türkleri Çar Ferdinand’ın serüvenci saldırı savaşlarına karşı tepki gösterse de, son umut hep Osmanlıyı ayakta tutma hevesiyle Rodoplu ve Deliormanlı gençler 1915’te Çanakkale’ye yardıma koştular.
Bulgaristan’da İlk defa devlet gücünü Müslüman azınlığı asimile etmek için kullanıldı.
Bulgar tarihinde yüzkarası ve XX. yüzyıla kara leke olan ırkçılık, katliam ve devlet gücü kullanarak Müslüman azınlığı asimile etme siyaseti, Çar Ferdinand yönetiminde, 1913’e gerçekleşti. Batı Rodoplar’da Karasu (Mesta) ırmağı boyunda, Rila, Pirin Dağları bölgesinde, “Çeç” vadilerinde, Devin, Madan, Rudozem, Nedelino, Smolyan (Paşmaklı) kazalarında ikamet eden 250 bin Müslüman Pomak’ın ismi ve dini zorla değiştirildi. Berlin Konferansı kararları, Anayasa, yasalar ve ikili anlaşmalar askıya alınmış ve Müslüman katliamı ve soykırım başlamıştı. Pomaklardan birçoğu Ege boylarına ve Anadolu’ya geçti. Minareler yıkıldı, medreseler kapatıldı bir çoğu yakıldı, camiler kiliseye çevrildi…
Liderler bir ihtiyaç olarak sahneye çıkar.
İşte bu çok çileli durumda o zaman daha Binbaşı olan Mustafa Kemal Bey (27 Ekim 1913 – 20 Ocak 1915 tarihleri arasında) Osmanlı İmparatorluğunun Sofya Büyükelçiliğinde Askeri Ateşe olarak görev yapmaktaydı. Pomak Türklerinin başına gelen bu vahşet, zulüm ve katliama tanık olur ve onlarla temasa geçip yardım etme kararı alır. İnsan aklı her durumu çözer ve çıkış yolu bulur, kıstasından hareketle, adı soykırım olan bu seri cinayeti kınayan Bulgar politik çevrelerle anlaşır. Aynı yıl (1913) yapılacak olan genel seçimlerde Pomak oylarına karşı, zorla değiştirilen Türk isimlerinin ve din haklarının geri verilmesi koşuluyla Liberal Parti (Radostlavıst) Başkanı Vasil Radostlavov ile mutabık kalır. Radoslavov Pomak oylarıyla seçimleri kazanır. Başbakan olur. Pomakların isimleri ve din hakları Çar Ferdinan’da rağmen iade edilir. İşte burada ilk defa bürokrasinin ve lobiciliğin ne kadar önemli olduğu ortaya çıkar.
Bu zaferin politik anlamı çok derindir.
Pomaklar ilk kez olmak üzere, politik kimliklerini sahneye çıkararak, Bulgar Çarlığında kitlesel bir biçimde seçime katılır, 24 Müslüman milletvekili meclise girer. Bulgarların ırkçı milliyetçiliği ilk yenilgisini alır ve 2020 itibarıyla bu zafer zincirine 12 gurur ve şeref yıldızı eklenir.
Bulgaristan’da yeri, soyu, dili dini, gelenekleri beli bir Müslüman Türk Pomak topluluğu oluşur ve güçlenir. Bu zaferin oluşum yolunu açan büyük önder Mustafa Kemal’dir. O tarihten sonra defalarca sıkıntılı günler yaşayan Pomaklar her defasında minarelerinde Ay Yıldızlı Kırmızı sancak dalgalandırmışlardır. Bu halen devam etmektedir.
Bu büyük zafer Bulgaristan Türklerinin Türk kimliği ile yaşama mücadelesinde çok önemli bir adım olmuştur. Tüm devlet gücü elinde olmasına rağmen Bulgarlar geriletilmiş ve istememelerine rağmen yaptıkları soykırımı isimleri geri vermek zorunda kalmışlardır. Ne var ki utanç verici durumdan ders almadılar ve bu küstahlığı daha sonra da defalarca denemekten çekinmediler ve soykırımı denemeleriyle Müslüman azınlığı inandıkları yalanlarla asimile etmeyi denemekten hala vazgeçmediler.
Bulgaristan Müslümanlarının ilk doğal lideri Mustafa Kemal ATATÜRK olmuştur.
1913 zaferiyle Bulgaristan Türkleri tarihinde “öndersiz dönem” diyebileceğimiz (1878-1913) 30 yıl sona ermiş, umut ilham olup parlamış, sıradan ezilmiş Bulgaristan Müslümanlarının menfaatleri siyasetin en üst seviyesine çıkarılmış ve kimlikli yaşama davamız zorlu bir başarıyla savunulmuştur.
Böylece Mustafa Kemal Bulgaristan Müslümanlarının doğal lideri olmayı hak etmiştir. Bulgaristan Türkleri tarihinde öndersiz dönemden liderli döneme geçiş 1913’te başlamıştır.
Bu dönem, aynı zamanda Bulgaristan Türklerinin tek dilli ve tek milletli Bulgar devleti hayalini reddettiği yıllardır. Görülen gerçekten bilinç doğmuş ve Bulgaristan Türkleri ilk kez Anadolu’ya göç yolunda değil, Sofya devletinden politikalarını değiştirmesi mücadelesinde birleşmişlerdir. Bu dönüşüm ilk liderimiz M. Kemal önderliğinde gerçekleşmiştir.
1913 yakın tarihimizde bir kırılma ve dirilme noktasıdır.
Burada önemle belirtilmesi gereken bir nokta da, bu dönüşümün din adamları, imamlar ve hocalar öncülüğünde değil, dünyevi görüşlü bir subay yönetiminde olması ve Osmanlı ve Bulgar devleti tarihinde ilk kez bir sivil önderin halkın ruhunu birleştirebilmesi açısından da önem taşımasıdır.
Böyle başlayan, dünyevi Türk kimliğiyle sosyalleşme ve politik sahneye çıkma yolunda birleşme dönemi de başlamıştır.
Bu eylemde başı çeken güç erkekler olmuştur. İdeolojik temel ise burjuva devrimleriyle gelen insan haklarının eşitlik ve özgürlük ruhudur. Elde edilen ilk zaferle Bulgaristan Türklerinin 1700 özel okul ve medresede, 2000’den fazla cami ve mescit ve binlerce dönüm vakıf mallıyla manevi hayatımızın ateşine odun atan kalabalık bir öğretmen, okul müdürü, müfettiş, hafız, imam, müftü ve kadı ordusu harekete geçmiştir. Ezilmişliklerinden güç alan bu büyük ordunun ilham kaynağı büyük önder Atatürk’ün emperyalist düşmana karşı zaferleri, egemen ve bağımsız Türkiye Cumhuriyetini ilam etmesi ve derin dönüşümlerle yenilenme yolunu seçmesi olmuştur.
Çok milletli Bulgar Prensliğinde özgür olmak, geleneklere uyarak yaşarken devletin yasama, yürütme ve yargı organlarına katılan aktif vatandaş olmaktan geçiyor, bilinci ilk kez kapı aralamıştı.
(Devam edecek)
BULTÜRK
(Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği
Genel Başkan)
Rafet ULUTURK