‘Şehir ve Kültür’ Dergisi (sayı 8, mart 2015, s.68-71)
Söyleşi: Mehtap Altan
Şehirlerin ve Portrelerin Dilini Çözen Seyyah:
Fahri Tuna
Sayın Fahri Tuna kim mi? O bir tarafıyla realist bir mühendis, diğer tarafıyla dervişmeşrep bir seyyah. Bir tarafıyla analitik bir kültür sanat organizatörü, diğer tarafıyla kelimelerle zıp zıp oynayan bir portre yazarı… Bir tarafıyla tarihin en zor yüzyılına tanık olan bir hüzünbaz yürek, diğer tarafıyla bu topraklarda inkisara uğratılan bin yıllık bir medeniyetin ayağa kalkabilmesi için günde kırk sekiz saat çalışmak isteyen bir serdengeçti. Hilmi Yavuz’un ‘ Sana emrediyorum. Bir hafta evinde otur’ demek zorunda kaldığı ‘atom karınca’, Vali Hasan Duruer’e göre ‘Çağdaş Malkoçoğlu.’ Kısacası; bu toprakların kokusunu rengini hüznünü taşıyan bir hisli yürek… Hakkınızdaki bu tanımlamalara katılıyor musunuz?
Bakıyorum da sizinle Türk edebiyatı bir portre yazarı daha kazanmış. Bir rakibimiz, bir rakibemiz daha var demek. Bu vasıflar bende var mı? Dostlarımız sağ olsunlar yakıştırmışlar. Bu güzel vasıflara lâyık olabilirsek; ne mutlu bu fakire…
Söyleşimiz sizin bu mütevazı tavrınız ile zenginleşeceğe benziyor Sayın Tuna. O vakit yine hayatın boşluğunda ruhlarını kısırlaştıranlara inat sizin dolu dolu edebi meşguliyetlerinizin otağına bağdaş kurmak istiyorum sorularımla. Gazetecilik, köşe yazarlığı, portre yazarlığı, şiir akşamları, kültür müdürlüğü ve daire başkanlığı, danışmanlık, editörlük v.s. ve sanırım sırada “yazarlık/edebiyat atölyesi” projeniz var. Biliyorum ki sizin meşguliyetleriniz, hakikatin “vuslatı müjdeleyen” renginin kapınızı çalacağı güne kadar da bitmeyecek. Zira bazı insanların nabzı, meşguliyetleri ile yarışır. Tüm bu bereketli uğraşların çıktığı tek bir yol mutlaka var. Bize o yoldan bahseder misiniz?
İnanıyorum ki O bizi, ‘dünyayı güzelleştirelim diye’ yarattı. Biz felsefesi, ruhu, gayesi ‘insan ve estetik’ olan bir medeniyetin çocuklarıyız. Çabamız, son nefesimize kadar, ‘insana estetik bir dünya’ sunma çabası, gayreti, mücadelesidir.
Manevi gerçeğin estetik tanımını ne güzel yapmışsınız. Bir portre yazarı ile hasbihalin tadı olsa gerek bu. Evet, Türkiye’nin yaşayan az sayıdaki portre yazarından birisiniz. Portre yazmak; yazdığınız kişinin alnındaki en derin çizgiden, gözlerinin çukurundaki en görkemli ışığına, saç telindeki ucu kırık hikâyeden, bıyıklarının kıyısındaki sigaranın verdiği sarı yalnızlığa kadar dikkat edip; o ayrıntıların kıvrımında kişinin haritasını tarihe not düşmektir. Portre yazarlığının olmaz ise olmazı elbette araştırma sürecidir. Bize bir portre çalışmanız esnasında ya da araştırmanız esnasında unutamadığınız ve ilk defa burada okunacak olan bir anınızı anlatabilir misiniz?
Memnuniyetle. 2014 yılının sonbaharıydı. Benim için yeryüzünün yaşayan en güzel insanlarından biri olan Prof. Dr. Ahmet Güner Sayar’ın portresini yazıyordum. Aklına da kalbine de çok güvendiğim birisidir Ahmet Hoca’m. ‘Kün, çün ve küll sırrına vakıf biridir’ diye bir cümle yazdım onun için, ama gerek Türkçe bakımından, gerekse üç istiareli kavramı bir cümlede topladığımdan tereddüt geçiriyordum. Açtım ona telefonu. ‘Ağbi, birinin portresini yazıyorum, bu cümleyi kullanabilir miyim?’ dedim. Düşündü taşındı, ‘uygundur’ onayını verdi vermesine ama sormadan da edemedi: ‘Kim bu zat? Ben tanıyor muyum…’, ‘Evet ağbi, tanıyorsun!’, bir iki dakika düşündü, taşındı, ‘Kim bu kişi Fahri? Bulamadım bir türlü. İyi tanıyor muyum peki?’, ‘Evet hocam, hem de yakinen, çok uzun süredir arkadaşınız!’, ‘Allah Allah, bir türlü çıkaramıyorum? Kim bu zat, söyle artık!’, ‘Sensin ağbi!’; ‘Neeeeee, ben miyim’, kahkahayı patlattı. İtiraz etti tabii, ‘Ben bu cümleye lâyık değilim’ diye. İtiraz etmeyecek birine de zaten ben o cümleyi yazmazdım.
‘Portre, kelimelerle resim yapmaktır aslında.’ Sizin portre çalışmalarınız diğer yazarlarımızdan sanki daha farklı. Kısa cümlelerin istila ettiği, uzun bir soluğu var yazılarınızın. Billûrdan bir ırmak düşünün, akışı hep aynıdır ama o ırmağın içine nilüfer çiçeğinin gölgesi düştüğü zaman, sanki daha bir duru, daha bir samimi, daha bir biz gibi duyulur sesi. Fiziki portreden ziyade, ruhî portreleriniz daha çok dikkat çekiyor. Yazdığınız kişinin ruhunun, anılarının fotoğrafını çeker gibi yazıyorsunuz. Nedir bu işin sırrı? Portre insanlarınızı yazarken mi yaşıyorsunuz, yoksa yaşarken mi yazıyorsunuz?
Bilmiyorum. Tek bildiğim her Salı akşamı bir portre yazdığım; o gece evde kimseyi görmek istemediğim. Allah’tan ev üç katlı da, hane halkı bir yerlere dağılıyor… Gergin oluyorum yani. Önyargısız oturuyorum bilgisayarın başına. O kelimeler, cümleler bir yerlerden süzülüp süzülüp geliyor, kendisini yazdırıyor. Ben sadece deftere döküyorum. Yahut klavyeye… Onları gönderene, yazdırana selâm olsun, şükr’olsun, hamd’olsun.
Sayın Tuna, “Mizahtan yazar olunmaz, hele büyük yazar hiç olunmaz!” diyerek, üstadınız Selahaddin Şimşek ve sizi biyografi/portre yazarlığı yolculuğunuza başlatacak cümleyi kullandı. Her şeyin bir yazgısı olduğuna inananlardanım. Ne dersiniz? Bize biraz “Ş.” den ve sizdeki izinden bahseder misiniz?
Özdeyiş yazarı merhum Ş. yani Selahaddin Şimşek, bir kitabı bir cümleyle özetleyebilen, hem İslam medeniyetini hem de Batı medeniyetini çok iyi bilen; Gazali kadar Dostoyevski’ye, Fuzulî kadar Balzac’a, Nazım kadar Rilke’ye, Prens Halim Paşa kadar Sartre’ye de vakıf bir düşünce adamıydı. ‘Nice ışık saçanlar yangın çıkartmakla suçlanmışlardır’ da onundur meselâ. Benim şansım onunla aynı şehirde, aynı sokaklarda, aynı kıraathanelerde yaşamış, ondan feyz almış, onunla meşk etmiş olmaktır. Onun ‘ak sütün içinde ak kılı görebilen’ dikkat ve rikkatine şahit olmak, onun adeta yazarlar ve sanatçılar resmi geçidi olan her akşamki fikir sofrasının müdavimi olmaktı şansım. Tıpkı Cihat Zafer gibi, tıpkı Aybars Bora Kahyaoğlu gibi, tıpkı Sezgin Çevik gibi. Elbette üzerimde çok yazarın, düşünce adamının, hocanın hakkı var; teslim etmeliyim. Ama tartışmasız en büyük hak ve pay sahibi, 1994 baharında sevgilisine uğurladığımız Selahaddin Şimşek’tir. O hiçbir karşılık istemeden ve beklemeden bizimle öz kardeşlerinden daha fazla ilgilenmiştir; şimdi bizler de yetenekli gençlerle ilgilenerek borç ödemeye çalışıyoruz. Ve bugün Türk gençliğinden ümitliysek, bu, formel eğitimden daha çok, başta İstanbul olmak üzere, hemen her Anadolu ve Balkan şehrinde yaşadıklarına şahit olduğumuz ‘gönül ve akıl aydınlatıcıları’ sayesindedir.
‘Gönül ve akıl aydınlatıcıları’nın mirasısınız siz ve sizin gibi sanatçılarımız. Bu anlamdaki Üstada sadakatli duruşunuz umarım örnek alınır! Zira şimdiki zamanın “ben” egosu biliyorsunuz ki derin bir uçurum açıyor insan ve sanat arasına. Yine mizah demek istiyorum. Mizah ile biyografiyi buluşturduğunuz bir çalışmanız var; “Yaşayan Nasreddin Hoca/Hafız Hasan Çolak” adlı biyografi kitabınız. Aslında sanki hem üstadınız Selahaddin Şimşek’in sözünü dinliyorsunuz hem de içinizdeki o size hep sadık kalan sesin sözünü. Bu konuda neler söylemek istersiniz?
Selahaddin Şimşek’in yönlendirmesiyle portreye yönelerek mizahtan vaz geçtim ama mizah benim yakamı hiç bırakmadı doğrusu. Bırakacak gibi de görünmüyor doğrusu. Başta portre yazılarım olmak üzere, hem her çalışmamda ironiye bol bol rastlandığını hemen her okurum söylemektedir. Hâfız Hasan Çolak’a gelince; -dediğiniz gibi- bir taşla üç kuş birden vurmak istedim o kitabımla: Bir gün bile resmi-formel eğitim almadığı hâlde hayatı üniversitelerde ders olarak okutulması gereken gerçek bir halk bilgesini gün yüzüne çıkartmak, din denilince korkunun akla geldiği bir ülkede nükteyi ve tebessümü camiye sokarak Allah’ı sevdirmeyi başaran ‘çağdaş bir Nasreddin Hoca’yı ödüllendirmek ve içimdeki mizah sevgisine olan borcumu ödemek. Ne kadar başarabildim, bilemem… Hemen her şehrimizde yaşamakta olan halk filozoflarını ülke gündemine getirebilmeyi bir vatan borcu sayanlardanım ben. Düşünün bir. Cemaatten birisi soruyor otuz altı yıllık müezzin Hâfız Hasan Çolak’a: ‘Hocam, imamla aran nasıl?’, ‘Açık’ diye cevap veriyor bizimki. Cemaat dedikoducu biri; ‘Haklısın hocam, zaten benim de gözüm tutmuyordu onu hiç’ deyince, bizim Yaşayan Nasreddin Hoca’ cevabı yapıştırıyor: ‘Açık dediysem, ben müezzin mahfilindeyim, imam mihrapta, aramızda cemaat var!’
Verdiğiniz bu cevap ile “mizah hayatın ve edebiyatın haylaz çocuğu” demek geldi içimden! Çağımızın hastalığı olan karamsarlığa inat; siz hem editörlüğünü yaptığınız, hem kendi hayatınızı yazdığınız “Kırkikindi” de hem de onlarca yazar portrelerinizde de dâhil olmak üzere, mizahı asla avuçlarınızdan düşürmediniz. Bilirsiniz insanın avuç içi dünyayı kucaklayacak kadar cesur ve güçlüdür! Dolayısıyla sormak isterim mizah sizi nelerden/kimlerden koruyor? Mizahın reçetesini sormak istiyorum?
Cevabım çok kısa ve net: Reçeteyi bilmiyorum! Bende -ve mevcut olan herkeste- mizah bir Allah vergisi düşüncesindeyim. Çalışarak edinilebilecek bir özellik değil; doğuştan. Ülkemiz gerçek bir mizah cenneti gerçekten. Aramanıza hiç mi hiç gerek yok; üstünüze üstünüze geliyor zaten. Minik bir örnek: Şike davasında gazetelere yansıyan tapeleri birçoğumuz okuduk. Adam kulüp başkanına telefon ediyor: ‘Başkanım, tarlaları ektik, Pazar günü biçeceğiz!’, günler aylar geçiyor, iddianame mahkemeye taşınıyor; mahkeme başkanının adı soyadına dikkat ediniz lütfen: ‘Mehmet Ekinci.’ Mizah yahut nükte, hayatımızın olmazsa olmazı… Nüktesiz, tebessümsüz bir dünyanın güzel olamayacağına inananlardanım ben.
Çoğu kez gümbür gümbür geliyoruz diyerek sesini duyuran bazı projelerin hayal kırıklığına uğrattığını; bunun tam aksi iyi hazırlanılmış ama sesi kısık çıkan bazı projelerin de verimli ve olumlu yansımalarını duyuyoruz. Sayın Tuna, edebiyat dünyasında birçok projeye imza attınız. Bu tür projelerin topluma ve edebiyata katkısı yadsınamaz ama ben başka açıdan bakıp sormak istiyorum; bu anlamdaki bir projenin başarısız olması ya da başarılı olması neye bağlıdır?
Hedef kitlesinin, ya da ‘alıcısının’ doğru seçilmesine evvelâ; bir ‘ihtiyacı’ yerine getirmesine, uzun vadeli olmasına. Doğru tarafların birbirleriyle buluşturulmalarına. Popülizm yapılmamasına. Bir örnek mi: Balkanlar’dan çekildiğimiz yüz yıl geçmiş. Bir yüz yıl daha, yüzlerce yıl daha nasıl kalabiliriz Rumeli’de? ‘Bir medeniyet dili olan Türkçeyi yaşatarak…’ Peki, onu nasıl başarabiliriz. Edirne Valisi Hasan Duruer’le birlikte oturduk, kafa yorduk: Sekiz Balkan ülkesinden, yaşları 15 ile 25 aralığında yani eğitilebilir yaştaki gençlerimizden şiir, öykü, roman, deneme yazabilen, liderlik vasfı olan, iyi resim yapabilen, müzik kulağı bulunan, tiyatroya yetenekli veya sinemaya ilgili, yüz elli genci on gün süreyle Edirne’de kırk yazar / çizer sanatçı müzisyen tiyatrocu ve sinema oyuncusu/yönetmenleriyle buluşturduk. Hem Türkiye’yi, hem sanatı-edebiyatı, hem de birbirlerini tanıdılar, kaynaştılar. Ayrıca iki yıl süreyle onların ürünlerinin süslediği ‘Balkan Türküsü’ adında bir edebiyat dergisi yayımladık, hem de her yazıya elli euro telif ödeyerek. Balkan Türk Şairleri Buluşmalarından tutun da, her şehirde yirmişer genç bulup her ay onları üç yazarla buluşturmaya kadar… Onların yazacakları eserleriyle Türkçe asırlarca daha ayakta kalacak o coğrafyada inşallah. Bugün bu projeler devam ediyor mu diye soracak olursanız, Hasan Vali’nin merkeze alınması sonrasında bu himmet ve hizmetlerin de kesintiye uğradığını üzülerek öğreniyoruz.
Kendi bahçesinde sadece kendi çiçekleri için yağmur biriktirenleri düşünecek olursak; Sanata/insana dair kesintiye uğrayan hizmetlere karşı burukluğunuz düşündürücü… Sayın Tuna, “İnsan” kelimesi sizin çalışmalarınızda, hayata karşı duruşunuzda daha da zenginleşiyor. Zira “önce ben” değil “önce onlar” felsefesini güden nadirlerdensiniz! Kutuplaşmanın, sınıflaşmanın ve ayrımcılığın ayazı yok sizin lisanınızda. Ama bir şey var ki orada “dur” demişsiniz. “Adapazarlılar” ve “diğerleri” diyeyim, siz anlayın… Bu konu ile ilgili bize neler söylemek istersiniz?
Ömrümün ilk kırk yılı Adapazarı’nda geçti; sonrasındaki on beş yılı İstanbul, Güneydoğu, Edirne, Balkanlar’da. Her insan doğup büyüdüğü şehirleri sever, sevmelidir. Bu eşyanın tabiatı gereği zaten… Ben Adapazarı’nı çok seviyorum, evet. Adapazarı küçük Türkiye’dir. Sosyolojik manada son Osmanlı başkentidir. Sokaklarında Türkçeden gayrı – hâlâ – on yedi lisan konuşulur; Boşnakça, Arnavutça, Makedonca, Pomakça, Romence, Abazaca, Çerkezce, Lazca, Gürcüce, Kürtçe, Arapça… Ama ırk problemi olmayan bir huzur şehridir de Adapazarı. Osmanlı’nın son yarım asrında ve Cumhuriyet dönemindeki göçlerle oluşmuştur. Farklı renkleri hoşgörü ikliminde eriterek, örnek alınacak ‘model bir şehir’e dönüştürebilmiştir. Evet; ben Adapazarlıyım, İstanbul âşığıyım, Üsküp’e gömülmeyi vasiyet etmiş biriyim.
Şehirler, soluk alıp veren tarih emanetlerdir. Siz de şehirleri olan yazarlarımızdansınız. Çalışmalarınızda gözlemlediğim en dikkat çekici olan ise; bazı şehirlerin saçlarını örüyor/tarıyor ona “ben buradayım” diyorsunuz. Bazı şehirlerin sizi özlediğini anlıyor ona mutlaka “geleceğim” diyor, gidiyorsunuz ve hatta yüreği sevgiden örülmüş dost ordugâhlarınız ile birlikte. Bazı şehirlere ise alın terinizin nemli bereketi ile gidiyor “tarihin, tarihimdir” diyorsunuz, şiir sağaltıyorsunuz yine yol arkadaşlarınız ile birlikte o şehrin kaldırımlarına. Şehirlerin dilini çözen bir seyyah olan size sormak isterim; şehirlerin kalbi var mıdır, varsa o kalbi ne besler ne öldürür?
Elbette; şehirlerin kalpleri var ki, bizim kalbimize dokunabiliyorlar: Ruhu olan şehirlerin meftunuyum ben. Şehirler dinlemesini bilenlere çok şeyler anlatır: Hüzün hicran yüklü bazen de mutluluk dolu türküler söyler onlar; bazen hüzzam bazen rast bazen sultaniyegâh besteler terennüm ederler. ‘Şiir Şehir, Rüya Şehir, Masal Şehir: Mardin’i de çok seviyorum mesela, ‘Yedi Güzel Adam’ın (Nebi’nin) Şehri Urfa’yı da; ‘Griliğin Sultanı Diyarbakır’ı, ‘Hoşgörü Yürekli Şehir Konya’yı, ‘Orhan Gazi’nin Şehri Bursa’yı, ‘Güller Şehri Edirne’yi, ‘Yiğit Adamlar Şehri Kırcaali’yi, ‘Akıncısını Bekleyen Şehir Filibe’yi, ‘İlim İrfan Şehri Şumnu’yu, ‘Malkoçoğlu’sunu Özleyen Şehir Silistre’yi, ‘Hicran Yüzlü Şehir Gümülcine’yi, Anadolu Yüzlü Şehir Komrat’ı, ‘Seksen İkinci Vilayetimiz Gostivar’ı, ‘Sokakları Sofraları Gönülleri Gül Kokulu Şehir Prizren’i , ‘Gömülmeyi Vasiyet Ettiğim Şehir Üsküp’ü de çok seviyorum. Ama tek bir şehir söyle derseniz, âşık olduğun şehir hangisidir diye sorarsanız; hiç düşünmeden ‘Güzeller Güzeli İstanbul’um derim; semt olarak da, şairin ‘Her akşam camlarında yangın çıkan’ mısraında tasvir ettiği Üsküdar…
Evet Sayın Tuna, gelelim sizi özetleyen kelimeye.“Diğergamlık” demek istiyorum. Modern hayatın tanımına göre hastalık olarak bilinen ama bizim kültürümüzde başköşede yer alan bir erdemlilik tanımıdır. Çağımız, kafası karışık kelimelerin, ruhumuzun ceplerini gereksiz doldurduğu anlar ile dolu. Bu karışıklıktan çıkan zararı ise hep çocuklar görüyor. Geçmişini tanımadan, geleceğine koşan çocuklar! Modernizmin ırmağında, kültürümüzün “tozunu/toprağını” yıkayalım derken neleri kaybediyoruz? – ki edebiyat ortamında bir diğergama rastlamış ve onu tanımışken böyle bir soruyu kaçırmamam gerektiğini de düşündüm.-
Evet; medeniyetimizin en güzel, en görkemli, en derin kavramlarından birisidir ‘diğergamlık’; yani ‘başkalarının derdi ile dertlenmek.’ Yani insan olmak; insanî olmak, insanca olmak, insanlaşmak… Hiçbir karşılık, teşekkür bile beklemeden, çoğu kez de haber bile vermeden yapmak bunu. Modernitenin ‘homo economicus/iktisadi-çıkarcı adam’ına karşılık ‘diğergam insan’; işte Doğu budur! Ve bu olduğu sürece medenî kalacaktır. Bu fakire gelince; gerçek diğergamların ayağının tozu olabilirsek ne mutlu bize.
Bir endüstri mühendisi edebiyat dergisi çıkarıyor, bazı edebiyat dergilerine genel yayın yönetmenliği yapıyor, ödüller alıyor, ödüller veriyor. Anadolu’da yaşadığı halde İstanbul’un alnından öpmeyi her fırsatta değerlendiren kendi ile barışık bir adam Fahri Tuna. Peki, barışık olmadığı kavramlar nelerdir merak ettik? Tahammül sınırlarınızı zorlayan şeyleri sormak istiyorum? Zira sohbetimizin devamında okuyucularımızda görecek ki siz; sinirleri alınmış, gamzesinde tebessümler mayalayan ve son damla olmadan asla taşmayan bir insansınız…
Âh keşke dediğiniz gibi, dediğiniz kadar, dediğinizce olabilsek. Yirmi senedir haber izlemiyorum, televizyonla yakınlığım çok az. Bu çağ ‘çok şeyden az ve yönlendirilmiş haber’ vererek zihinlerimizi ve gönüllerimizi felç ediyor zira. Gazete okumuyorum neredeyse. Kendi gündemim dışına çıkmamaya özen gösteriyorum. Üstadım ağabeyim Selahaddin Şimşek’in bir özdeyişinde dediği gibi; ‘Hayat ancak dosdoğru yaşamaya yetecek kadardır.’ Düşüncesi içinde yaşamaya çalışıyorum.
Soluksuz bir söyleşiydi. Sanat, insan, mizah, diğergam birinin yüreğinden böyle yansıyormuş demek ki kelimelerin yaralı bağrına. Yaralı diyorum, zira çağımız cömertçe kullanılan erdemleri mumla aradığımız bir çağ! Sanat, kültür ve medeniyete şartsız hizmetlerinizin karşılığını biliyorum ki emeğinizin geçtiği kişi ve kurumların başarısını gördükçe alıyorsunuz. Bu anlamda parmakla sayılı insanlardan biri olarak sizinle söyleşmek güzeldi. Bize zaman ayırdığınız için Şehir ve Kültür Dergisi adına sonsuz teşekkürler…
Cevaplarımdan on kat güzel bu enfes sorular için size, kültürel ve sanatsal kuraklık yaşadığımız şu dönemde her ay dünyamızı güzelleştirdiği ve zenginleştirdiği için de ‘Şehir ve Kültür’ dergisine gönülden teşekkürlerimi arz ediyorum efendim.