Siyasal yaşamda sağ/sol ayırımı, genelde Fransız Devrimi sırasında, Kurucu Meclis sıralarında monarşiden yana olanların meclis başkanının sağ yanında, kralın yetkilerinin kısıtlanmasından yana olanların ise sol yanında yer almasına dayandırılmaktadır.
Oysa, özünde bir ‘değerler savunumu’na dayanan sağ/sol ayırımının tarihi ‘İngiliz Devrimi’ne (1688) yol açan Whigs et Tories saflaşmasına değin geri götürülebilir
Ne var ki, şu 350 yıllık ‘süreç’ içinde, kimi zaman sağcıların savunmak durumunda oldukları ‘değerler’, solcuların savunduklarından daha ileri ve insanî olmuştur gibi görülebilir. Tam da bu nedenle, kimi tarihsel dönemlerde sağ ve solu birbirlerinden ayırmak zorlaşmaktadır diyeceğiz. Genelde ‘insanların zafiyetlerinden yararlanarak yönetmeyi’ yeğleyen politika ve politikacıları sağcı yani tutucu (conservateur); ‘insanların zafiyetlerini düzelterek ilerlemesini sağlamayı’ amaçlayan politika ve politikacıları da solcu (progressiste) olarak tanımlamak ussal bir tanımlama gibi durmaktadır.
İşte sağcıların, sözde, var olan değerleri ‘muhafaza’ etmeyi amaçladıkları ama günün gereklerine göre çok daha ‘değişimci’ oldukları durumda, yanıltıcı biçimde sola kaydıkları ileri sürülebilmektedir. Benzer biçimde, solcuların da kimi ilkeleri savunmada ısrarcı oldukları durumlar, onların tutuculaştıkları biçiminde yorumlanabilmektedir.
O arada, özgürlük ve serbestliği anlatan ‘liberal’ sözcüğü, belki de sağ ve solu birbirine karıştırmada en tehlikeli sözcük olarak karşımıza çıkmaktadır.
O nedenle, özellikle sağ/sol ayırımında ‘liberalizm’ kavramına başvurmak kanımca konuyu anlamaktan çok karmaşıklaştırmaya yaramaktadır denilebilir.
‘Liberal sosyalist’ terimi bence bu konuda iyi bir örnek oluşturmaktadır.
Oysa, sol ya da sosyalist sözcüğü, her ne kadar İngiltere’de doğmuşsa da, 1848 Devrimi yıllarında, Fransa’da bir Alman düşünür tarafından temellendirilmiştir.
Eğer solculuk bir anlamda ‘muhafazakârlık’ (tutuculuk) olarak görülecekse, evet işte bu geleneği savunmak gerçek ‘solculuk’ olarak tanımlanabilir.
Öte yandan, gerek Fransız aydınlanmacıları, örneğin Rousseau ve onun ateşli savunucusu Robespierre ve arkadaşları, 1789 Devrimi döneminde ‘liberalizm’ in savunuculuğunu yapmakta idiler.
Ne var ki, örneğin 1980’li yıllara gelindiğinde, başta İngiltere ve Fransa olmak üzere, dünya genelinde ‘sol’un, ‘neo-liberalizm’in savunuculuğuna soyunduğunu da gözlemledik.
Tony Blair ve Lionel Jospin’in ‘üçüncü yol’ arayışları ile Türkiye’de Bülent Ecevit’in ‘Arayış’ ı tam da bu dönemin ‘özgüllüğü’ olarak yaşandı.
İçinden geçmekte olduğumuz şu dönem ise, sağ ve solun, değil ortadan kalkması, tersine daha berrak bir biçimde ayrıştığı bir dönem olmaya adaydır. Gerçek solun, örneğin yine Fransa başta olmak üzere, dünya genelinde emekçi kesimlerin savunusunu yükselen ‘milliyetçilik’ akımlarının insafına bırakmayacağı görünmektedir. Ve yine ‘çok kültürlülük’ gibi, ne bildiği belirsiz ve tarihsel olarak ‘geçici’ akımları ‘muhafaza’dan vazgeçileceği de düşünülebilir.
Kısaca, gerçek solun, sağ/sol ayırımı bitti türü ‘hastalık’ tan bir an önce kurtularak, kendi gerçek kimliğine kavuşması beklenmektedir.
Nitekim, Fransa’daki seçimler bu yönde bir ‘uyanış’ ın olduğuna işaret etmektedir. Her ne kadar, Macron’un ‘sarı sol’u (ya da liberal sağı) ile aşırı sağ Le Pen arasında bir yarış yapılıyor olsa da, Mélenchon’un sola bir canlılık getireceği de apaçık ortaya çıkmış bulunmaktadır. Darısı Türkiye’deki ‘sol’ un başına diyelim.
O arada, ‘Ezan susmaz/bayrak inmez’ palavralarının, on yıllardır herhangi bir ‘değer’ olmanın ötesinde, emekçi kesimlerin iflahını kesmenin bir aracı olarak kullanılmış olduğu, artık ortaya çıkmış olmalıdır diye düşünüyorum.
Bütün bu yaşananlara karşın, Türkiye’de ‘bakara-makara’ diyen siyasetçilerin ‘değer’ lerinin ‘ne’ olduğu ve onları bulup oralara taşıyan ve oralarda tutan siyasetçinin gerçek kişiliği hâlâ anlaşılmadıysa, yapacak bir şey yok demektir. İşte sağ ve solun bittiği nokta olsa olsa tam da burası olabilir.
Bu yön bilmez kesim, doktorun ‘artık istediğini yiyebilir’ dediği kesim olmalıdır.
Habip Hamza ERDEM