Bu ülkede gazeteci olarak güne başlamak kolay yurttaş olarak başlamak hayli sıkıntılı. Gazeteci güne başlarken daha sabah haberlerinde önündeki el atacağı onlarca konu arasında sadece hangisini seçeceğinin sıkıntısını çeker. Yurttaş ise haberleri izeldiğinde yüreği daralır tansiyonu fırlar çağdaş ülkelerde “nasıl yani!” denilecek onlarca sorunun kendi ülkesi için mukadderat ya da “işin fıtratı” olarak görülmesi karşısında kendisini aciz hisseder. Şehit cenazeleri kadın cinayetleri sel baskını çocuk tacizleri zam yağmurları S-400 krizi Suriyeli sığınmacılar sorunu kendi seçtiği belediyelere kayyım atanması Doğu Akdeniz’de ablukaya alınmamız Fırat’ın doğsunda ABD ile bir ileri-bir geri viteste yaşanan anlık krizler derken bir de başımıza İdlib krizi çıktı. Düşünce ifade ve gösteri özgürlüklerine yönelik baskıları saymıyorum bile… Alıştırdılar artık.
Suriye konusunda kolay işi zora nasıl çeviririz diye yıllarca kafa yorsan ancak bu kadar içinden çıkılamaz bir politika uygulanabilir. Şimdi ABD ile Rusya arasında bir onun bir diğerinin gönlünü yapmak için çırpınıp duruyoruz. “Fırat’ın doğusuna girdik giriyoruz. Ağustos ayı zafer ayıdır” şarkıları söylerken bir anda karar değiştirip ABD ile güvenli bölge oluşturmak için müzakerelere başladık. ABD’nin içinde bulunduğu bir formülde nasıl güvenlik olacaksa? Çekiç Güç örneği ortada. Madem ABD bizimle güvenli bölge konusunda anlaştı o zaman ne diye YPG-SGD güçlerine TIR’lar dolusu silah sevkıyatına tam gaz devam ediyor?
Peki bizi Fırat’ın doğusuna harekât yapmaktan alıkoyan ne? ABD ile çatışma riski mi yoksa en alttan en üste omurgasıyla oynadığımız deneyimli komutanlarımızı önce FETÖ’nün kumpasları sonra da saraya bağımlı bir ordu yaratmak için teamülleri altüst ederek tasfiye etmenin getirdiği bir sıkıntı mı? Ordumuza mı güvenmiyoruz? Yoksa S-400 krizi nedeniyle kızdırdığımız ABD’nin bize yaptırım uygulamasını ötelemek için gönül alma çabası mı?
ABD ile arayı düzeltelim derken bu kez de Rusya ile karşı karşıya geldik. Rusya desteğindeki Suriye güçlerinin İdlib’de bizim desteklediğimiz rejim muhalifi güçlerini ilelebet orada tutacağını beklemek zaten saflık olurdu. Halep’te ve diğer bölgelerde adım adım nasıl silahlı rejim karşıtı güçleri kovdularsa İdlib’de de kovacağı kesindi. İdlib’in Rusya desteğindeki rejim güçleri tarafından ele geçirilmesi halinde bir de binlerce sığınmacı akını ile karşı karşıya kalacağız. Rusya’dan S-400’leri alınca bir sorun çıkmaz diye düşündük herhalde. Diplomasi böyle rüşvetlerle ya da komşu çatlatmalarla yürütülecek basit bir oyun mudur?
İdlib nedeniyle Rusya ile karşı karşıya geleceğimiz belli iken S-400 almamız neyin nesiydi? Üstelik ne zaman aktif hale geceği bile belirsizken. Belki de hiç aktif hale getirilmeyecek. O zaman niye aldık sorusuna verilecek tek yanıt: “Desinler ki Hışto’nun da hançeri var. ”
“Ağustos ayı zafer ayıdır” diye gürlemek de öyle. Yarın ABD Çekiç Güç olayındaki gibi seni aldatırsa ne olacak? Yine mi “Bak geliriz ha” diye yine esip gürleyeceğiz? Bir devlet iki de bir “Bak sabrımı sınama gelirim ha” laflarını ediyorsa hiç kimse onu ciddiye almaz. Operasyon yapacaksan yaparsın. Ya da bu tehditleri savurmazsın.
Bir diğer baş ağırımız da Doğu Akdeniz. Akdeniz’e kıyısı olanlarla olmayan emperyal güçler bir araya gelip münhasır ekonomik bölgelerini ve Sevilla haritasına göre deniz yetki alanlarını çoktan belirlemişler. Biz ise bu duruma mukabele edecek Suriye ve Mısır’la ilişkilerimizi bozmuşuz. Libya’nın ise hali ortada. Tek yaptığımız Yavuz sondaj gemisi ile Barbaros Sismik 1 gemisini Akdeniz’de dolaştırmak. Ne bu? Dedik ya: “Desinler ki Hışto’nun da hançeri var. ”
Bu Hışto kimdir bilmem. Ama bizim yörede sırf gösteriş olsun diye bir iş yapan ya da bir meta satın alanlar için kullanılır. Ama tarihte bu söz için şöyle bir öykü anlatılır.
Eski zamanlarda bir baba oğluna saldırılardan kendisini koruması için bir hançer vermiş. Oğlan da hançeri beline takıp caka ile dolaşırken karşısına dikilen biri hançeri görüp sormuş:
– Bu hançer de nedir?
– Babam verdi birisi bana saldırmayı düşünürse kullanayım diye.
– Ben düşünmüyorum direkt saldırıyorum deyip gülmüş adam.
Mevlana’nın bu hikâye üzerine söylediği söz de şöyle:
– Farz et ki babandan miras kaldı sana Zülfikâr bileğin Ali’nin bileği değilse neye yarar Zülfikâr!