Tek kanallı, siyah beyaz televizyon dönemi. Şimdiki gibi değil, kim beş dakika görünse televizyonda ertesi gün tüm Türkiye bilirdi onu. Bir Cumartesi akşamıydı sanırım, 1975 olmalı, haberler ile hava durumunun ardından başlayan müzik programında uzun saçlı, uzun burunlu, çok zayıf, gencecik biri göründü. Söylediği şarkıyı anımsayamayışım, akılda kalmazlığından değil, 14 yaşında bir çocuğun dağınık ilgisinden payını almamasındandı.
Evdekilerle birlikte ekrana bakmam, annemin “Sesi ne kadar güzel bu çocuğun” deyişi yüzündendir. Şu yeryüzünde ilgisinin sadece bana yönelik olmasını istediğim annemin (ki öyleydi) birini beğenmesi benim için çok dikkat çekici tabii. Annemin sevdiği kim ya da ne varsa ben de sevmişimdir hep. O yüzden bir de “çok da masum yavrucak” demesiyle beraber İlhan İrem’i o günden başlayarak hep sever oldum. Ne mutlu ki annem yanlış insan sevmemiştir, hiç yanılmadım onun sevdiklerini sevmekten. Tabii ki İrem’i de.
Yaşamadan anlaşılmaz
Sevmiştim ama müziği hiç hitap etmemişti bana önceleri. Aşık olduğum (ya da öyle sandığım) sıralarda bir iyi geldi şarkıları, sormayın. Hayal kırıklıkları, sevda, kıskançlık yaşanmadan anlaşılmayacak şarkılardı onunkiler de. Yaşaya yaşaya anlayanlardanım.
Toplumsal çalkantı yıllarında, yolculuğuma eşlik edemeyecek kadar hafif, kırılgan bulurdum müziğini. Sert mücadele zamanlarıydı, yumuşaklık kaldırır yanı yoktu yolculuğumun. Uzak durdum dolayısıyla. Dinleyerek duygusal bir zayıflığa kapılmanın alemi yoktu çünkü. Bu bana özgü bir yanılsama değil bu arada. Kanuni Sultan Süleyman’ın, Viyana’dan gelip kendisine konser veren bir senfoni orkestrasını armağanlara boğup ertesi gün sınırdışı ettirmesinin, savaşçı yanının törpülenmesinden çekinmesiyle ilgisi olduğunu söylerler. Kanuni’ye,o zamanlar haberim olsaydı, hak verirdim doğrusu.
12 Eylül felaketinin ardından, ortada bırakılmışlık hissi, yenilgi duygusu, arkadaş kayıpları, yürek yakan ihanetler, kendi seçimim olmayan delirtici bir “sakinlik” ortamında “Konuşamıyorum”u dinlerken buldum kendimi. Sustuğumdan değil, konuşuyordum ama “söylemiyordum”. Konuşmak ile söylemek farklı şeyler. Söylemeyelim diye hapisler, işkenceler, sürgünler vardı. Konuşuyor olsak da daha çok dinler gibi yapıyorduk. Televizyonda cunta şeflerini, okulda cunta ağzını konuşan hocaları. Gerçekten, içten dinlediklerimizin sayısı çok azdı. İrem içtenlikle dinlediklerimizdendi. Onun “Konuşamıyorum”unu, yıllar sonra, cunta yıllarında “Söyleyemiyorum” diye okudu bizim kuşak. “Konuşursam göz yaşlarım beni boğacaktı”yı o dönem duymalıydınız bir de.
Herkesin sevdiği şarkılar
Yaptığı müziğin türü, adı nedir hala bilmem. Bir çoğunu bilmem zaten. Basit düzenekte bir müzik alıcısıyım. Şimdi böyle biri olarak müziğini beğenmiş biri olmam İrem’e haksızlık elbette. Ama şarkılarını bizim için de yazmıştı, bunu bilirim. Basit şarkılar değildi, benim gibi müzikte basit olanların da sevebileceği şarkılardı. “İşte Hayat Yine Akıp Geçiyor”u dinlediğimde, hayatın akıp geçtiğini anlamıştım örneğin.
Ha, bu arada Konuşamıyorum adlı şarkısında geçen “sazlıklardan havalanan bir ördek gibi sesin” cümlesi yüzünden neredeyse ikiye bölünmüştü müzik yazarları, çok iyi anımsıyorum. Bir şarkıda böyle bir söz olur mu etrafında dönen bir tartışmaydı. Dikkate bakar mısınız? Güftenin benimseyeceği “şık” sözcükler aranırdı bir zamanlar. “Bandır bandıra ye beni” ye çok hızlı geçtik gerçekten.
Müzisyen ama aktivist
İşte bu hızlı geçişin az öncesinde sessizliğe gömüldü İrem. Müzik, ilham işi. İlhamını kaybetti diyenler oldu, tükendi diyenler de. Tükenmiş de olsaydı öyle bir yer edinmişti ki unutulmasına olanak yoktu. Ona duyulan merak unutulmasına da fırsat vermezdi zaten. Bir ara “Müziğimiz yükselişe geçti” dediler. O kadar yükseldiki romantizm, sevda çok aşağılarda kalır oldu. İrem yine vardı. Ama müziyle değil, toplumsal rol paylaşımında üstlendiği aktivist yanıyla çıktı meydana bu kez. Kesin siyasi tercihleri yoktu bana sorarsanız. Kendisini “Kemalist” olarak tanımlıyordu, ama siyasi yaşamını kurucusu da olduğu Yeşil Parti’de sürdürmüştü. Kimi yayın organlarında yazdığı yazılar yüzünden davalık bile olmuştu. İrem’i dava edip, mahkum ettirenlerden biri de “Fettuş” diye söz ettiği Fethullah Gülen’di.
Yaptığı işi önemseyen, iddiası olan insanları severim. Andante dergisinde (2018 Eylül) bir söyleşisini okumuştum. Kendisinden söz ederken sarfettiği “İlhan İrem’in yarım asırdır düzenin tümden dışında olması, her dönemde sistemin çarklarını yürütenlerin hoşuna gitmiyor” cümlesine takıldım. Bildiğim kadarıyla o olağanüstü güzel müziği dönüştürücü, devrimci, toplumsal çalkantılar yaratacak bir müzik değildi. Her dönem alıcısı olan harika parçaları vardı. Satabildikten sonra sistemin neden hoşuna gitmesin? Ayrıca şarkılarının sistemin çarklarını yürütenlerin çıkardıkları engelleri aşıp geldiğini ölümünden sonra da görmedik mi? Cümlede ifade edilenin “kadın göbeğinden zeytin yiyen” popçuların olduğu ortamda hep olduğu gibi kalmakta ısrar etmekle ilgili olduğunu anladım sonradan.
Gerçekten de sistem, koca bir nesli müziğiyle sürükleyen İlhan İrem’i “müziğimizin yükselişe geçtiği dönemde” diğer figürlere benzetememişti. İddiasının arkasında “sistemin çarkı”na takılmamak için yıllarca sessiz kalarak durmuştu İrem. Kendi sözleriyle “samimiyetsiz insanlardan, anlamsız kalabalıklardan, insanların ürettiklerinden çok şekillerle ilgilenen popüler kültürden” uzaktı.
Bir zamanlar hepimiz adına “Konuşamıyorum” diyen bu müthiş sanatçı genç sayılacak bir yaşta ayrıldı aramızdan. Duyduğumda gerçekten ama gerçekten şoke oldum, çok ama çok üzüldüm. İnsanın “Konuşamıyorum” dediği anlar vardır gerçekten. O andayız şimdi.
Ölümüyle hepimizi “susturan” bu adam bize onca şarkıyı söyleten kişiydi oysa. “Sessizliğimiz” ona bir saygı işareti olsun.
Mustafa K. Erendol