Yurt dışındaki insanlarımızın gurbetçi mi, diaspora mı, yoksa Avrupa Türkleri mi oldukları üzerindeki fikir cimnastiği sürerken literatürümüze gürültülü bir şekilde ‘Gurbetçi Düşmanlığı’ kavramı girdi. Son zamanlarda bilhassa sosyal medyadaki rüzgarlar medyaya da yansıyınca duyarlı çevreler ‘Türkiye’de oluşan ve yükselen bir gurbetçi düşmanlığı mı var?’ sorusu etrafında kafa yormaya ve tartışmaya başladılar.
İşin aslı; kendilerinin yurt dışında yaşadığını söyleyen bazı kişilerin sosyal medyada gittikçe artan şekilde Türkiye’de yaşayanları kadir kıymet bilmezlikle, vefasızlıkla, nankörlükle hatta ihanetle suçlamalarına karşı oluşan belli tepkilere dayanıyor. Son zamanlarda yaygınlaşan sokak röportajı türünden programlarda mikrofonu kapan istediği gibi konuşuyor; asıyor, kesiyor, dünyaya nizamat veriyor. İzlenme sayısını arttırmaktan başka düşüncesi bulunmayan Youtube ve benzeri kanallarda bu söyleşiler özensiz ve sorumsuz şekilde yayınlanıyor ve kısa sürede de büyük sayılarda izleyiciye ulaşıyor.
Gerçekten gurbetçi veya gurbetçi olduğunu söyleyen kişiler tarafından dile getirilen bazı iddialara bilhassa muhalefete mensup kesimlerce tepki gösteriliyor. Çünkü bazı konuşmacılar; Türkiye’de her şeyin çok güzel olduğunu, ucuzluğun hüküm sürdüğünü, herkesin çok rahat yaşadığını, lüks restoranlarda adım atılacak yer bulunmadığını, alış veriş merkezlerinin hakeza aynı durumda olduğunu, işin çok ancak tembellerin çalışmak istemediğini, özetle hayatın çok ucuz, rahat ve güzel, her şeyin dört dörtlük olduğunu söylüyorlar. Buna bağlı olarak da ‘asgari ücretle geçinemiyorum, çocukların okul masraflarını karşılayamıyorum, kiramı ödeyemiyorum, birikim yapamıyorum’ diye dert yananlara saldırarak onların yalancı, nankör, tembel, şer odakların uzantısı olduğunu iddia ediyorlar.
Bunlara tepki gösterenler ise cepte Eurolarla ülkeye gelip, Türk parasının değer düşüklüğünden yararlanarak iyi bir tatil yapanların bu davranışlarını cehalet ve iktidar yalakalığına bağlıyor ‘madem öyle hadi gelin burada yaşayın, neden 3-4 haftalık izinden sonra hemen Avrupa’ya kaçıyorsunuz’ diyorlar. Hızını alamayan bazıları ise yurt dışındaki insanlarımız hakkında yıllardır dile getirilen peşin hükümleri dillendirip ‘Sizi gidi pis Alamancılar!’ nakaratına sarılıyorlar.
Gerçek şu ki Avrupa’ya işçi göçünün başlamasıyla birlikte yurt dışındaki insanlara karşı bir kıskançlık, bir çekememe, bir kompleks daima var olmuştur. Ancak bu dar çevrelidir ve hiçbir zaman üzerinde derin sosyolojik tahliller gerektirecek seviyede olmamıştır. Köyden çulsuz çıkıp iki sene sonra izne geldiğinde neredeyse köyün ağası gibi görünen, tafra satan ve belki de hava atan kişilere karşı bu tip antipatik duyguların varlığı tabiidir. Ancak ne kadar şiddetli olursa olsun bu duyguların ‘düşmanlık’ denecek bir seviyede ele alınması herhalde ilk defa vuku bulmaktadır. Eskiden de yurt dışındaki insanlarımız arasında iktidardan yana veya muhalefetten yana görüş beyan edenler bulunurdu ancak bunlar hiçbir şekilde gurbetçi düşmanlığına dönüşmezdi. O nedenle 60 yıl sonra geldiğimiz bu nokta ilginç olduğu kadar ürkütücüdür.
Bence bu durum, son yıllarda Türkiye’de hızla yükselen kamplaşma ve siyasetteki ‘düşman yaratma ve onunla savaşma’ şeklindeki yanlış dizaynın sonucudur. Tam bir kabilecilik tavrıyla bizden olanlar melâike muamelesine tabi tutulurken; rakiplerini yok sayma, aşağılama, her türlü hakaret ve saldırıya layık görme, dışlama ve şeytanlaştırma, ezme ve yok etmeye endeksli siyasi mücadele anlayışı, sadece politik sahnede ölçülerin dağılmasına değil vatandaşların birbirleriyle münasebetlerinde de büyük kırılmalara sebebiyet vermektedir. Türkiye’de aile fertlerinin birbirleriyle ve akrabalarıyla, komşuların komşularıyla, ayrı görüştekilerin ayrı görüştekilerle, değişik partililerin değişik partililerle, başka inançtakilerin başka inançtakilerle münasebetlerinde gerilim ve düşmanlığı ön plana çıkaran bu yanlış ve tehlikeli tavrın gün gelip yurt dışındaki insanlarımızı da kapsama alanı içine alması kaçınılmazdı. Siyaset sahnesindeki kirlilik ne yazık ki sistemli şekilde yaygınlaşmakta ve derinleşmektedir.
Bu, sürebilir veya sürdürülebilir bir süreç değildir. Siyaset ve toplum hayatımızın hızla normal kodlarına dönmesi gerekmektedir. Bu hususta yeri ve konumu ne olursa olsun herkese düşen görev ve sorumluluklar vardır. İnsanımız siyasette uzlaşma ve yumuşama beklentisi içerisindedir. Ya aklımızı bir an önce başımıza alarak güzel bir geleceğe yönelmeli veya kendimizi gelmesi kaçınılmaz yıkıcı rüzgarların ve sellerin tahribatına hazırlanmalıyız.
(Şefik Kantar)